I- KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI BAĞLAMINDA EMPERYALİST SAVAŞA KARŞI YÜKÜMLÜLÜKLERİMİZ

Almanak 20031 ARALIK MİTİNGİ’NİN SİYASİ DEMOGRAFİSİ

1 Aralık 2002 tarihinde Çağlayan Meydanı’nda 140’ı aşkın kuruluşun katılımıyla oluşturulan Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu öncülüğünde ABD karşıtı bir miting gerçekleştirilmişti. ABD’nin Irak’a yönelik başlatacağı muhtemel savaşa karşı küreselleşme karşıtı forumlarla irtibatlı olarak düzenlenen mitinge, uzunca süren irtibatlar ve müşterek toplantılar sonucunda hazırlanılmıştı. Büyük bir katılımın beklendiği mitingde 10 bini aşkın bir katılım söz konusu oldu.

İki aylık çalışma sonucunda 140’tan fazla sivil ve siyasi kitle örgütünün katılımı sağlanan mitinge iştirakin düşüklüğü olumsuz bir durumdu. ABD emperyalizminin muhtemel Irak savaşında Türkiye’yi bir saldırı üssü olarak kullanmak ve TSK’yı da yedeğine almak istemesi miting için gerekli tansiyonun oluşturulmasına yeter neden olmasına rağmen söz konusu katılım eksikliğinin sebeplerinin analizi önemliydi. Konuyu tartışmadan geçiştirenler yanında, irdelemeye çalışanlar da oldu. Mitinge İslami kesimden Özgür-Der, Mazlumder ve Müstakil Tüketiciler Derneği dışında ilgi gösteren kuruluş olmadı. Küresel kapitalizme karşı küresel alternatif bir duruşun önemli olduğunu, İslami kesimin diğer muhalif unsurlarla eylem birliğine yönelmesi gerektiğini ve bunun için de 1 Aralık mitinginin pratik bir imkân sağlayacağını Ramazan boyunca her konuştuğu platform ve toplantıda dile getiren bazı aydın, yazar veya kurum temsilcilerinin tüm çabalarına rağmen, İslami kesimlerin katılımı üzüntüyle irdelenmesi gereken bir konuydu.

 

Mitinge uzun kortejlerle katılan sol siyasi hareketler, kendilerini ‘kitleden kopukluk’la ve marjinalleşme ithamıyla mahkum etmeye kalkışan sendikalar, odalar gibi ‘büyük kitle örgütleri’ni, ‘platformları’ veya ‘sivil toplum örgütleri’ne  yoğun eleştiriler yönelttiler. Tüm iddialı ve yaldızlı sözlere rağmen mitinge çok sınırlı rakamlarla katılabilen bu sözde kitle örgütlerinin önemli bir kısmını 28 Şubat kararlarını kitleleştirme misyonlarından tanıyoruz. Sol siyasi hareketler, kendi üyelerini bile örgütleyemeyenlerin kalabalık kitleleri arkalarına alma iddialarının ne kadar boş ve aldatıcı olduğunu bu miting pratiğinden kalkarak bir kez daha anlattılar. Ancak kendi katılımlarının -nispeten yüksek olmasına rağmen- yeterli olup olmadığı ve DEHAP’ın meydanlara toplamakla övündüğü yüz binlerin yüzde birini bile bu eyleme katamamasının nedenleri üzerinde pek durmadılar.

Seçim propaganda konuşmalarında “Irak’ta Savaşa Hayır” rozetleriyle ekranlara çıkan Saadet Partili yöneticilerin ise mitinge ilgi göstermemelerini seçim mağlubiyetinin şoku ve moralsizliği ile kitlelerini toparlayamamalarına mı; yoksa küresel imparatorluğa karşı diğer muhalif unsurlarla ittifak içine girme konusunda henüz yeterli bir algılamaya ulaşamamışlıklarına  ve politikasızlıklarına mı yormak gerektiği konusu ayrıca tartışılmaya değer bir konudur.

Mitinge Özgür-Der dışında, ESP-Atılım, Kızılbayrak, EMEP, TKP, ÖDP, SDP, Alınteri, Devrimci Demokrasi, Yüzçiçek Açsın Kültür Merkezi, Devrimci Duruş, Direniş, Anti Kapitalist Hareket, Esenler Kültür Merkezi, Proletarya, Kurtuluş Sosyalist Dergi, Devrimci Yol, İşçi Gazetesi, Köz, Mücadele Birliği, Savaşa Hayır Platformu, Sosyalist Emek Hareketi, Tabib Odaları, Ankara Sosyal Forumu, ÇGD, ÇHD, İHD, Halkevleri, Gençlik İnisiyatifi, Öğrenci Konfederasyonu, Halkın Birliği, DÖP, İGD, Kaldıraç, Feminist Kadınlar, Özgür Hayat (anarşist), Haklar ve Özgürlükler Cephesi ve DEHAP katılmıştı. Ayrıca Emek Platformu’nu oluşturan DİSK, Türk-İş, Hak-İş ve KESK, Genel-İş, Belediye-İş, Tuzla Deri-İş, Limter İş kortejler oluşturdular.

Bu kurumlara ilave açısından önemli gördüğümüz iki kuruluş daha var: Mazlumder, Müstakil Tüketiciler Derneği. Ancak katılım konusunda yaşanan söz konusu sorunlara rağmen bu kadar kuruluşun müşterek düşmana karşı birlikte ve çatışmadan, beraber iş yapma iradesini göstermiş olması önemli bir olumluluktu. Ve özellikle kapitalist kuşatma karşısında ezilenlerden yana tavır alan sol kesimle İslami kesimin bu mitingdeki sembolik sayılabilecek buluşmasında tarafların afişleri, pankartları, marş ve sloganlarıyla birbirlerini doğrudan ilk defa izlemeleri veya tanımaya çalışmaları da önemli bir deneyimdi.

Emperyalist savaş ve küresel kapitalizm karşısında sol kesimin ilk defa İslami kesimle aynı eylemde ve aynı miting alanında yan yana gelmesi dikkat çekiciydi. Hatta diyebiliriz ki yabancı basın en fazla bu irtibat ekseni çerçevesinde ilgisini yoğunlaştırdı. İslami kesim açısından da bu deneyim bir ilki ifade ediyordu. Ancak İslami kesimin katılımı Mazlumder ve Müstakil Tüketiciler Derneği’nin anlamlı katkıları dışında daha yoğun olarak Özgür-Der korteji ile temsil edildi. İslami kesimin bu mitingi nasıl algıladığı ve değerlendirdiği bir yana, Müslümanların bu mitinge katılımındaki zayıflığını öncelikle koordinasyon sorunuyla irtibatlandırmak gerekliydi. Bizim bildiğimiz kadarıyla Özgür-Der bile miting koordinasyon heyeti ile ancak son hafta içinde, o da kendi gayretleri sonucunda doğrudan irtibata geçebilmişti.

KÜRESELLEŞME KARŞITI GÖSTERİLER VE MÜSLÜMANLAR

Bizce 1 Aralık 2002 mitingi Müslümanlar tarafından iki açıdan ele alınmalıdır. Birincisi Müslümanların küreselleşme karşıtlarıyla küresel emperyalizme karşı bir ittifak içinde olup olamayacakları konusudur; ikincisi ise genellikle ‘vahiy dışı’ veya ‘vahiy karşıtı’ muhalif unsurlarla müşterek düşmana karşı bir ittifakı aynı mekanlarda nasıl paylaşabilecekleri konusudur. Bu iki konu/sorun temelde iki önemli tartışma gündemini ifade ediyor.

En azından Avrupa’daki Türkiyeli Müslümanlar ve kuruluşları açısından biliyoruz ki Avrupa’daki küreselleşme karşıtı eylemlere ve küreselleşme karşıtı forumların düzenlediği İsrail karşıtı ve “Irak’ta Savaşa Hayır” mitinglerine bugüne kadar İslami kesimin kitlesel katılımı olmadı. Ve 1 Aralık 2002 tarihli Çağlayan Meydanı’ndaki küreselleşme karşıtlarının düzenlediği “Irak’ta Savaşa Hayır” mitinginde Müslümanların katılımları ile bir ilke imza atmış oldu.

Müslümanların küreselleşme karşıtlarıyla küresel kapitalizme karşı bir paylaşım içinde olabilmeleri için aşılması gereken iki engel söz konusu. Bu engellerin birincisi kendilerinden, ikincisi küreselleşme karşıtlarından kaynaklanıyor.

İlk olarak Müslümanların çift kutuplu dünyada komünizme karşı yönlendirilen gündemlerinin kalıcı yanlışlarından ve sağcı tortulardan kurtulup dünyayı daha gerçekçi okumaya başlamaları gerekiyor. Bugün sistem karşıtı sol gurupları ‘din karşıtı’ olarak tanımlamaktan çok ‘vahiy dışı’ veya ‘vahiy karşıtı’ ifadeleriyle tanımlamamız daha gerçekçidir. Çünkü ‘din’ kavramı bir dünya görüşünü içeriyorsa, Marksist görüşlü dahi olunsa evren, insan ve hayat hakkındaki bütün telakkiler ‘din’dir. Tartıştığımız hangi dinin/dünya görüşünün sahih/doğru olduğudur. Hemen ifade etmemiz gerekmektedir ki asıl ‘vahiy dışı’ veya ‘vahiy karşıtı’ olan ise tahrif edilmiş Hıristiyanlığı da içinde taşıyan batılı egemen paradigmadır ve onun bugünkü ifadesi kapitalist imparatorluktur. Ve bugün küreselleşme karşıtı büyük kitleler batılı paradigmayı eleştirirken hayatı yeniden yorumlayacak bir anlam arayışı içindedirler. Dünya görüşlerinin bilincinde olan kişilerin hayatı yeniden anlamlandırmaya çalışan kişi ve zümrelerden kaçması mümkün olmamalıdır. Ayrıca söz konusu olan kopukluğun önemli ölçüde Müslümanların İslam’la ve vahiyle olan bağlarının zayıflığı ve niteliksizliğinden kaynaklandığı da bilinmelidir.

Küreselleşme karşıtlarının, fıtratı ve doğadaki dengeyi bozan, dünyayı çoraklaştırıp ezilen kitleleri çoğaltan küresel kapitalizmin bozgunculuğuna karşı hak ve özgürlükleri öncelemesi tabii ki önemli bir açılım. Ancak özgürlük bahanesiyle ezilenlerden yana olan, hak ihlallerinin ve doğadaki yağmanın önüne geçecek tavırların ve erdemliliklerin lekelenmemeleri gerekmektedir. Nasıl ki özgürlük adına doğanın tahrif edilmesine müsaade edilemezse, özgürlük adına insan fıtratının da tahrif edilemeyeceği gerçeği gündeme alınmalı ve küreselleşme karşıtları bu tarz zulümlerden kendilerini arındırmalıdır. Tahrifat konusunda insan doğası ile tabiat/doğa arasında fark olduğu söylenemez. İntihar ve homoseksüellik tabii değil tabii olanı tahriftir, bozmaktır. Fıtratı ve doğayı bozma/ifsad etme özgürlüğü olamaz. Bu yaklaşımlar bir aykırılık veya hastalığı ifade ediyorsa anlayışla yaklaşılıp tedavi yoluna gidilmeli; bilinçli olarak yapılıyorsa karşı çıkılıp uzak durulmalıdır. Küresel kapitalizmin bireyciliği yücelttiği gibi (birey/şahsiyet olmayı değil) insan fıtratını bozan lezbiyenliği, transseksüelliği, gay’liği “insan hakları” adına muhalefeti magazinleştirmek ve çürütmek için nasıl da körükleyip kullandığı görülmelidir. 1 Aralık Çağlayan mitinginden itibaren savaş karşıtı bütün etkinlikleri gündemleştiren TV kanallarının ve gazetelerin, diğer görüntüleri atlayıp genellikle çok ufak bir küme oluşturabilen söz konusu aykırı tipler üzerinde yoğunlaşarak miting haberini nasıl magazinleştirdiklerini ve kitlelerin gözünden düşürmeye çalıştıklarını tüm muhalif unsurlar ciddi olarak tartışmalıdır. Kapitalist medyanın okşadığı bu görüntülerden kurtulmadıkça Müslüman kitlelerin bu aykırı ve fıtri bozukluk içindeki sınırlı sayıdaki tedaviye muhtaç tiple kendilerinin aynı safta ve eşit şartlarda görüntülenmesine soğuk bakmamaları mümkün değildir. Özgürlük kavramı doğru okunduğunda bu hassasiyetin her erdemli insan tarafından da paylaşılması kaçınılmazdır diye düşünüyoruz.

Diğer engel ise küreselleşme karşıtları içinde yer alan ortodoks solcuların iflah olmaz İslam düşmanlıkları ve ön yargılarıdır. Türkiye ölçeğinde Kemalizm’e bulanmış solun orduya tapınan cuntacı pragmatizminin eceli gelmiş bir tutum olduğunu değerlendirip bir tarafa bırakacak olursak, daha ziyade İslam karşıtı diğer sol söylemin, bilgi temelinden kopuk, günübirlik ve duygusal olduğunu söyleyebiliriz. Sosyalist sol artık tarihe, bir çok toplumsal olayı çözümlemekte başarılı olamayan diyalektik şemaların dışında da bakmayı becerebilmelidir. Belki sosyalist soldan en fazla beklenen tavır, ezen ve ezilen diyalektiğini öncelemeleridir. Müslümanlar kadar sol da bilmelidir ki bugünkü Müslüman yığınlar İslam’ın evrensel değerlerini ve Kur’an vahyini zinde bir ümmet/inanmış toplum olarak gereğince temsil etmemektedirler. İslam ümmeti 600-700 seneden beri zindeliğini yitirmiş ve dağılmıştır. Bugünkü ihyacı, devrimci İslami oluşum ve hareketler ise öncelikle Müslüman yığınları yeniden vahyi bilince ve imana davet ederek yeni bir uyanış ve yeni bir inşa faaliyeti çabasındadırlar. Müslüman kitleleri küresel emperyalizme karşı bilinçlendirecek olan güç de, onlara varoluş imkânlarını hatırlatan bu öncü İslami çabalardır. Batılı paradigmaya ait hiçbir değer sistemi ve hareketin Müslüman kitleler üzerinde kalıcı bir tesirinin olamayacağı da artık görülmelidir. ABD ve küresel emperyalizmin en fazla karşı çıktığı ve çekindiği güç de Müslüman kitleleri uyandırabilecek, bilinç ve tavırda yeniden inşa edebilecek olan bu muhalif İslami potansiyeldir. Sol, bununla beraber Müslümanlara ve İslam’a, küresel kapitalizmi de üreten batılı paradigmanın değerleriyle bakmaktan vazgeçen bir nesnellikle yaklaşma ahlakını kuşanabilmelidir.

Bütün bunlarla beraber emperyalizm yakıcı kuşatmasını devam ettirmekte ve Irak’a dayatılan savaş şartları Türkiye’yi ABD’nin üssü konumuna getirme arifesindedir. Bu kuşatmaya fiili olarak maruz kalan muhalif unsurların tepkilerini ortak eylem ve ortak alanlarda nasıl şekillendirecekleri bu açıdan da önem ifade etmektedir. Emperyalist savaşa, sömürüye, katliam ve işkencelere karşı olan tüm onurlu insanların nasıl bir dil geliştirecekleri ve nasıl bir eylemliliği paylaşacakları bugüne kadar çözümlenmiş kapsamlı bir örnekliğe ulaşabilmiş değildir. Bu açıdan 1 Aralık 2002 mitingi bir ilk adımdır. Özelikle Özgür-Der kortejine karşı sol gurupların tavır ve refleksleri kadar, Müslümanların sol gurupların tepkileri karşısındaki disiplin ve tutarlılıkları da ilgi çekici ve diyalog zeminini geliştirici olmuştur.

Mitingin başında ve sonunda Özgür-Der korteji, Müslüman kitlelere soğukluğu ile bilinen bir partinin kortejiyle arka arkaya, Müslüman kitlelere düşmanlığı ile bilinen bir diğer partinin korteji ile de zaman zaman yan yana yürüdü. Özellikle mitingin dağılımı sırasında Özgür-Der korteji küçüklü büyüklü bir çok sol gurupla da yan yana geldi. Özgür-Der kortejinde ön sıralarda kendine özgü slogan, marş ve pankartlarıyla Özgür Çocuk Kulübü, orta sıralarda bayanlar ve arka sıralarda da erkekler yer alıyordu. ABD karşıtı sloganlar kadar, Filistin’deki katliamı ve direnişi, başörtüsü yasağını ve direnişini, F tipi zulmünü dile getiren sloganlarla Müslümanların mesajları diğer kortejlere taşındı. Müslümanlara karşı atılan ‘kahrolsun şeriat’  sloganına karşılık ‘Kahrolsun ABD’, ‘Cuntaya Hayır’; ‘faşist’ ithamına yönelik sloganlara karşılık ‘Kahrolsun Laik Diktatörlük’, ‘F Tipi Tecrittir, İşkenceye Karşı Çık’ sloganları ile cevap verildi. Gruplar arası yer yer gerginliğe neden olan bu karşılıklı sloganlaşma karşısında duyulan endişe gittikçe ilgiye dönüştü ve akabinde bazı ortak sloganlar atıldı. Yine Özgür-Der kortejinin yürüdüğü yol kenarlarında toplanan bazı ufak öbeklerin Müslümanlar aleyhinde atmaya çalıştıkları sloganların yine sol içinden bazı önde gelen kişiler tarafından engellendiği de kayda geçmesi gerekenlerdendi.

ABD SALDIRGANLIĞINA HER ZAMAN VE ZEMİNDE KARŞI ÇIKMALIYIZ!

Tüm muhalif unsurlarla emperyalist savaşa karşı bir paylaşımı amaçlayan 1 Aralık denemesinin katılım açısından  çok da başarılı olmadığı ortada. Ancak 1 Aralık’ı oluşturmak isteyen iradenin kendini tashih ederek var olmaya çalışması, Irak savaşı ve işgali ile ilgili gelişmelerden sonra çok daha fazla önem ifade ediyor. Yaşananlardan ders çıkarılır ve emperyalist savaşa ve işgale karşı tavır alması gereken sosyalistlerle Müslümanların en tabii tepkilerini ortaklaştırmaya dönük tedbirler alınırsa daha kısa zamanda, daha kuşatıcı ve katılımcı tepkilerin yükseltilmesi mümkündür. Bu konuda ülkenin tamamen ABD’nin ipoteği altına girmemesi ve Türkiye ve bölge halkına kara bir gelecek bırakılmaması için zaman hızla akmaktadır. Bir an önce yeni organizasyonlarla tepkilerimizi Türkiye sathına yaygınlaştırmamız gerekmektedir.

II- Sosyalist Sol ile Müslümanlar Arasındaki Diyalog Klişe Söylemleri Aşabilir mi?

ABD yayılmacılığı karşısında “sol”un önemli bir kesimi ile bazı “İslami” çevreler arasında 1 Aralık 2002’de İstanbul Çağlayan’daki “Irak’ta Savaşa Hayır Mitingi”nde kurulan ilişkiler ve sonraki savaş karşıtı etkinliklerde gösterilen dayanışma, Türkiye toplumsal muhalefet kültürü açısından yeni tartışmalara, araştırmalara ve değerlendirmelere ilişkin yeni sayfaların açılacağını gösteriyor. 28 Şubat darbesine karşı başörtüsü direnişi sırasında sosyalist soldan bir-iki kesimin sınırlı desteği, F tipi zulmü karşısında mağdurlar ile Özgür-Der, Mazlumder ve bazı Müslüman yazarlar özelinde ve ABD’nin dayattığı savaşa karşı yükselen dayanışma ve ilişkilerin henüz taraflar açısından nasıl yorumlandığına dair değerlendirmeler yeterince gün yüzüne çıkmadı. Ama yazılanlara ve ekranlarda dillendirilenlere bakacak olursak bu diyalogdan resmi sağ ve sol ideoloji mensupları, sivil ve asker bürokrasi ve sermaye kesimleri oldukça tedirgin olmuşa benziyor.

Türkiye toplumunda sosyal ilişkiler ve duruşlar kavramsal olarak tanımlanma gereği duyulduğunda nesnel davranabilmek oldukça güç. Bu güçlük olguların gereği gibi algılanmasından çok, algıladıklarımızı tanımlarken Türkçe’nin sınırlılığından veya kavramlara farklı içeriklerle yaklaşımdan doğan kültür sığlığından ve kaosundan kaynaklanıyor. Bu sıkıntının Türkiye’de en fazla ideolojik ve siyasi duruşları ve ilişkileri tanımlarken yaşandığını ifade edebiliriz. Neyin sağcılık neyin muhafazakarlık, neyin solculuk neyin ilericilik, neyin Müslümanlık neyin İslamcılık veya neyin şeriat neyin şeriatçılık, neyin devrimcilik neyin ihtilalcilik, neyin yerellik neyin ulusçuluk olduğu tartışmanın çeşitli tarafları açısından sürekli olarak öznel yaklaşımlarla değerlendirilmiş; ayrıca bu tür  kavramların Türkçe kullanımında yeterli bir standart veya objektiflik yakalanamamıştır.

Tekrarlayacak olursak, “Sol kesim” ile “Müslüman kesim”in birbirlerinin duruşunu değerlendirirken yaşanan ihtilaf ve farklılıklar, ele alınan olguların algılanmasından çok algılananların öznel kavramlarla tanımlanması sırasında ortaya çıkmakta ve bu nedenle de kullanılan dil çoğu kez klişeleşmektedir.

ABD’nin Irak’ta başlattığı saldırıyla birlikte savaşa ve emperyalist yayılmacılığına karşı “solcular” ve “İslamcılar” arasında başlayan diyalogu ve gerçekleşen eylemsel dayanışmaları anlamak ve değerlendirebilmek için söz konusu iki kesimin de birbirlerini tanımlarken “papağan dili”ni terk etmeleri gerekmektedir. Muhatapların birbirlerini kendi tanımladıkları kimlik ve kavramlarla  değil de resmi ideolojinin, emperyalizmin veya kartel medyasının kullandığı nitelemelerle değerlendirdiklerinde  yanılgılardan; farklı konjonktürel şartlarda oluşmuş ön yargılarını gözden geçirmeden ezberlerine devam ettiklerinde de “papağanlaşmak”tan kurtulamayacaklardır.

ÖNCELİKLİ ORTAK PAYDA RESMİ İDEOLOJİNİN DAYATMALARINA KARŞI ÇIKMAKTIR

Söz konusu iki kesimin de birbirini doğru kavraması ve tanımlamasında zorluklar olduğu bir gerçek. Ve özellikle taşınan kimliklere kök arama konusunda kaynağın içerden veya dışardan olup olmadığı kaygısı önemli bir sapmayı getiriyor. Çünkü bu kökü içerde kökü dışarda tartışmaları kimliklerin evrenselliğinden çok toprağa aidiyeti tartışma konusu yapıyor ki bu yaklaşım her iki kesim için de konuyu, toprak ulusçuluğunu besleyen bir sığlığa dönüştürüyor.

Nesnel veya adaletle yaklaşılmadığında mevcut tanımlamaların ve vasıflandırmaların durumu anlatmaya yetmeyeceği bir gerçektir. Örneğin “Sol kesim” derken konuya tarihi materyalist kalıplarla mı yaklaşıldığı; yoksa Fransız Devrimi ile birlikte yaygınlaşan ve yaygınlaştırılan ulusçuluğun jakoben yöntemlerinin mi savunulduğu; ya da Kemalizmin pozitivist versiyonunun mu belirtilmek istendiği; veyahut ezenlere (müstekbirlere) karşı ezilenlerden (müstezaflardan) yana hak ve özgürlükler mücadelesinin mi ön plana çıkartıldığı soruları hemen akla gelmektedir. “Müslüman kesim” derken de muhafazakarlık, ulusal dindarlık, dini gelenekçilik ve uzlaşmacılık ya da birey ve toplum olarak insanlığa vahyi doğruları ve adaleti ulaştırmak amacıyla her türlü zulüm, şirk, sömürü ve cahiliyeye karşı tavır alan bir adanmışlık halinin mi anlaşıldığı hayati öneme haizdir.

Tüm farklılıklara rağmen “Sol kesim” de “Müslüman kesim” de insanı ve toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu iki kesim arasında olabilecek yakınlaşmaların ortak dili, öncelikle topluma yönelen dayatmalar ve zulüm karşısında oluşturulabilir ve bir dayanışmaya dönüşebilir. Daha açıkça ifade edecek olursak, her iki kesim arasındaki dayanışmanın ortak paydası, öncelikle emperyalizme ve emperyalist yapılanmanın uzantısı olan resmi ideolojiye karşı duruşta kendini gösterebilir. Türkiye’de mevcut resmi ideolojinin sol ve sağ yorumlarından kopamamış bir solculuğun da bir İslamcılığın da, hem düzene ve emperyalizme karşı günü birlik çıkarlar dışında karşı çıkması, hem vesayet altından kurtulabilmiş özgün ve erdemli muhalif bir ittifak çizgisini gerçekleştirebilmesi mümkün değildir.

Küresel kapitalizme ve Türkiye’deki egemen sisteme karşı onuru, erdemi, insan haklarını, özgürlükleri, çevreyi, her türlü adaleti ve emeğin hakkını savunan bir dayanışmanın veya ittifakın iki unsuru için de söz konusu olacak en önemli ortak payda; resmi ideolojinin dayatmalarına, Türkiye’deki oligarşik yapıya ve küresel kapitalizme karşı çıkarken belirginleşebilir.

Tabii ki tarafların dayandığı doktrin veya bilgi teorisi farklıdır. Birisi vahyin yönlendiriciliğine diğeri maddenin diyalektik gücüne yaslanmaktadır. Ve tabii ki ortak düşmana karşı paylaşılacak ittifak çizgisi, bu ittifakın unsurları arasındaki ideolojik farklılığı ve yaşamı anlamlandırma konusundaki tartışmaları yok saymamız anlamına da gelmeyecektir. Ancak bu tartışmaların mutlaka ve öncelikle çatışma getirmesi gerekmiyor. Bu tartışmalara ortak düşman karşısında çözüm arayışı olarak da bakılabilir. Eğer sağlıklı, sahih ve nesnel bir anlamayı ve anlamlandırmayı öcü olarak görmüyorsak bu diyaloğun faydasızlığını ancak sağırlar söyleyebilir.

Ortak düşmanın zulmünü, sömürüsünü ve yaşam tarzını tüm mustazaflara ve tüm muhalif potansiyele zorbalıkla dayattığı bir ortamda, “Zulme karşı omuz omuza” sloganını haykırmaya olumlu yaklaşanların kendi aralarındaki tartışmayı bir diyaloga, birbirlerini anlama sürecine değil de, kör bir çatışmaya dönüştürmeleri en fazla emperyalizmin ekmeğine yağ sürecektir; ya da bu çatışma müstekbirler tarafından körüklenecektir. Ayrıca muhalif sol ve Müslüman kesimler, çatışmayı her an ateşleyebilecek alışkanlıkların, birbirlerine karşı oldukça yüzeysel bilgiler ve ön yargılar taşıyan kendi kitlesel çevrelerinde de yaygın olarak mevcut olduğu gerçeğini örtüp geçiştirmemelidirler.

Örgütsel taassup ve ön yargılı alışkanlıklarını aşamayan kitlesel tabanlarıyla iç sorunlar yaşamama adına ilkeli muhalif dayanışmaya uzak duran sol ve Müslüman çevreler de bilmeli ki, konumlarını abarttıkları tabanları, karşı çıktıkları resmi ideolojinin şiarlarına, efsanelerine, sembollerine ve sunduğu yaşam biçimine iki kesimin birbirine olan mesafesinden çok da uzak değildir. Halk denilen, işçi sınıfı denilen yığınlar ulusal maçlarda, Kıbrıs veya Kerkük davasında, tüketim ahlakını içselleştirmede çok da sistemin istemleri dışında refleksler sergilememektedirler. Aynı şekilde cami cemaatleri de ordu, bayrak, devlet severlikte ve tüketim tarzlarında hiç de İslam’ın temel kitabı olan Kur’an’a göre davranmamaktadır. Tabii ki bilinçlenme düzeyinde her iki kesimde de bazı gelişmeler olmaktadır. Ancak şehir varoşlarında, kasabalarda, hatta köylerde; okullarıyla, kışlalarıyla, televizyonlarıyla sunduğu fetiş değerler ve kapitalist yaşam tarzı ile elde ettiği kitlesel kazanımlarla sistem çok daha fazlasına ulaşmaktadır.

Emperyalist dayatma, sanayi toplumunun oluşumundan bu yana kapitalistler ve yerli işbirlikçileri eliyle tüm halkları, emekçileri ve İslam dünyasını kuşatan karabasan oldu. Sanayi toplumunun liberal açıdan değil de, sosyalist açıdan okunmasıyla bu kuşatmanın yarılacağı tezinin başarısızlığının başka bir tartışma konusu olduğunu vurgulayarak belirtmeliyiz ki, Lenin’in emperyalizm teorisi, karşımızda tüm yaşamımızı kuşatan ‘Küresel Kapitalizm’ olarak dikiliyor, saldırıyor, vuruyor ve katlediyor. ABD ile sembolleşen bu devasa imparatorluk karşısında hiçbir mahalli gücün veya mahalli direnişin yeterli olamayacağı açık. Başta Batılı yaşam tarzına itiraz eden ‘Kuzeyli’ ve kuzeyin içindeki ‘Güneyli’ küreselleşme karşıtları olmak üzere, tüm İslami oluşum ve hareketlerin ve sosyalist muhalefetin kitlelere itiraz bilinci aşılayacak küresel bir direniş için küresel bir muhalefet hareketini yaygınlaştırmaları, geliştirilmesi gerekli öncelikli bir projeyi ifade etmektedir. Dünya Sosyal Formu’nun Porto Allegre’deki toplantıları önemli bir kazanım. Ama kapitalist medeniyetin öncelikli tehdit olarak gördüğü İslami hareketleri ve İslami muhalefet potansiyelini görmeyen, bilmeyen veya bilmek istemeyen bir küresel muhalefet ittifakının müessir olabilmesi ne kadar mümkün? Bazı Müslüman kesimler Londra, Washington, Otranto, Berlin gibi Batı’nın büyük şehirlerinde gerçekleştirilen savaş karşıtı gösterilerde yer alsalar da ve Endonezya’daki milyonluk gösterilerde İslami kesim bazı sol guruplarla ittifak ilişkisine girse de bu soru, diğer muhalif potansiyelleri dikkate almak açısından İslami çevreler için de önemini koruyor.

KULLANILAN DİLDE ÖLÇÜLÜLÜK KORUNABİLİR Mİ?

Birbirine yakınlaşma ihtimali taşıyan Türkiye’nin muhalif potansiyeli, sistem tarafından hep birbirine karşıt konumlara itilmiştir. Ancak bu karşıtlık içinde muhalif dar-bağnaz örgütçülüğün ve önyargılı ideolojik şablonların da bir o kadar tahrik edici rolü olmuştur. Sonuçta taraflar birbirlerinin inanç, düşünce ve yaşam tarzlarını aşağılamayı ve kimliklerine hakaret etmeyi marifet zannetmiştir. Çoğu kez taraflar birbirini doğrudan dinlemek veya okumak yerine delilsiz sorgusuz, yargısız infaza tabi tutmuştur.

Yaşanan karşılıklı olumsuzluklar en temelde, tarafların birbirlerini resmi ideolojinin sol ve sağ versiyonlarının etkisinde kalarak değerlendirmeye yeltenmeleriyle oluşmuş ve bu tür olumsuzluklar derin güçler tarafından da her zaman teşvik edilmiş ve sonuçları abartılmıştır. 12 Mart darbe sürecinde bazı dindar kesimlerin sol muhalefete karşı, 28 Şubat darbe sürecinde de bazı sol çevrelerin laiklik kampanyaları eşliğinde İslami kesime karşı kullanılması yakın örneklerdir.  Taraflar arasında bilinçlenme düzeyi arttıkça düzenin kullanma stratejileri eski kolay kazanımlarını elde edememeye; taraflar da birbirlerine karşı gittikçe daha dikkatli bir dil ve tavır sergilemeye başlamıştır. İlişkiler sütliman olmasa da en azından dayatma ve baskılar karşısında dayanışma zorunluluğu, karşılıklı kullanılan dili daha ölçülü bir evrilme içine yöneltmiştir. Tabii ki yaşadığı dünyayı doğru okuyamayan ve taklitçiliği aşamamış unsurların bağnazlıklarının bittiğini ifade etmek mümkün değildir.

Bu konudaki gelişmelere örnek olması açısından Sami Hocaoğlu’nun 28 ve 31 Mart 2003 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki Müslümanların kat ettiği mesafeyle ilgili yazılarını cevaplayan DHKC’nin 46 sayılı açıklaması ilginçtir. Yazı “Kanlı Pazar”ın üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen 27 Mart 2003’te ABD’ye karşı yine Dolmabahçe’de bu sefer “Kanlı Pazar” gününden farklı olarak devrimcilerle İslamcı bazı grupların yan yana olduğunu belirtiyor ve Hocaoğlu’nun bu konuyu tartışmaya açmasını olumlu görmekle beraber bazı itirazlar getirip düzeltmelerde bulunuyor. Bu açıklama, aynı ekolün Nisan-Mayıs 2000 yılında “Şeriatçıların Tarihi, Kullanılmanın Tarihidir” manşetli kapakla “İslamcılar”ın dosya konusu yapıldığı ve çoğu gazetelere yansıyan polis raporlarına dayanılarak ortaya konulmuş karma karışık bilgi ve yorumlar içeren “Kurtuluş” Dergisi’nin üslup ve tarzına göre oldukça mesafe alındığı izlenimi uyandırıyor. Solun 68 kuşağının sistemin dişleri arasında eridiğini belirten Hocaoğlu’na verilen cevapta “Zulme, emperyalizme karşı tavır alan İslamcı da var, düzenin her türlü politikasına ve statükolarına ortak olan İslamcı da.” denilirken solun tarifinde yanılgı içinde olunduğu ama “İslamcılar”ın hala devletçilik ve anti-komünizm refleksleri içinde olduğu belirtiliyor.

Bu açıklamada, Hocaoğlu’nun “sağcı-devletçi-militer” söylemle aldatılan dindar kesimlerin tarihine eleştiri getirmesine karşılık, solun kendi tarihini savunma refleksiyle ele almasını doğru bulmuyoruz. Kuşatılmış, sağcılaştırılmış dindar kesimler İslamcılıkla nitelenecek; ama sol tarifi, resmi ideoloji içinden üreyen, Kemalistleşen veya sistemin merkezine kayan solcular dışlanarak aklanmaya çalışılacak. Bu çifte standartlı bir yaklaşım. Oysa konu, sistemin kuşatması ve yönlendirmesi bakımından yaklaşıldığında dindar kesimde de sol eğilim ve oluşumlarda da sistemin devam eden tesirleri görülerek değerlendirilmeli ve özgünleşen oluşumlara haksızlık yapılmamalıdır.

Cumhuriyetin ilk 25 yılında ideolojik netliğini ve zindeliğini kaybetmiş İslami kesimlerin uğradığı baskı ve ötelenmeden sonra 1945’lerde sunulan demokratik imkânlarla sistemin içine nasıl çekildiği ve zaten zayıflamış olan ideolojik algılarının kavramsal olarak ve siyaset düzeyinde nasıl saptırıldığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu tartışma kadar Osmanlı sonrası Sultan Galiyev çizgisinin Lenin-Mustafa Kemal diyalogu ile nasıl tasfiye edildiği, Kuvvayı Milliyeciler’in Mustafa Suphi ve arkadaşlarını niçin katlettikleri ve peşinden niçin resmi icazetle Türkiye Komünist Partisi’nin yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı da Türkiye’nin sol tarihi açısından doğru tartışılmalıdır. Ayrıca resmi ideolojinin kimlik dayatmalarına ve emperyalist yapısına karşı çıkmak, erdemliliğin ve dayanışmanın ortak zemini olacak ise, mevcut sistemin bir kurtuluş savaşı ile kurulduğu efsanesini ve icat edilen Türk ulus kurgusunun kimin senaryosu olduğunu da yönlendirilmiş söylemlerden arınarak konuşabilmeliyiz.

Söz bu noktaya gelmişken, emperyalist yayılma karşısında sadece sol muhalefetin karşı tavır geliştirdiğini vurgulayan kişilerin dikkat etmesi gereken bir iki hususu hatırlatmak istiyoruz: Birincisi: Hindistan’ın İngiliz emperyalizmi tarafından işgal edilmesini ilerlemeci tarih şemasına dayanarak olumlu karşılayan Karl Marx’ın yanılgısını ortaya koymadan, Türkiye’deki Kemalist devrimleri ilericiliğin gerekleri olarak gören, bu nedenle de tamamen ulus devlete ve resmi ideolojiye teslim olan sapmaları izah etmenin makul bir yolu görülmemektedir. İkincisi: 19. yüzyıl İslam coğrafyasında sömürgeciliğe karşı direnişi örgütleyip rehberlik eden Cemaleddin Afgani liderliğindeki Urvetu’l Vüska hareketi hakkında saptırılmış yaklaşımları bir kenara bırakarak özet de olsa sağlıklı bilgilere sahip olunmadan, yeterli bir siyasi direniş tarihine sahip olunamayacağı gözlerden kaçmamalı, kaçırılmamalıdır.

İşaret ettiğimiz bu konular cedelleşmek ve ihtilaf çıkartmak için tarihin tozlu sayfalarını karıştırma merakıyla değil; sol kesim için de İslami kesim için de düzenle, ulusal ve uluslararası erkle ve resmi ideoloji ile devam eden ilişkileri aydınlatmak ve ayrıştırmak kaygısıyla ifade edildiğine dikkat çekmek isteriz.

FİTNECİLERİN KORKUSU

Başta Haber Türk medya örgütü olmak üzere kartellerin tetikçisi bir çok gazete/ci iki kesim arasındaki ilişkiyi karalamaya çalıştı. Örneğin Ertuğrul Özkök, 2 Nisan 2003 tarihli Hürriyet’teki yazısında ‘savaş karşıtlığı’ ile oluşan ‘İslamcı-solcu’ koalisyonundan bahsediyor ve bu yakınlaşmadan övgüyle söz eden kişileri, İran örneğini göstererek “celladınız içinizde” imasıyla korkutmaya çalışıyordu. Böyle bir dayanışma veya ‘ittifak’ın sonu İran devriminde olduğu gibi solcuların kesilmesiyle bitebilirdi (!). O halde ‘savaş karşıtlığı’ filan deyip böyle bir tehlikeli ilişki üretilmemeliydi. Her halde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ifade ettiği gibi koalisyon olsa olsa ABD ekseni etrafında gerçekleştirildiğinde güven verici olabilirdi.

Özkök’ün koalisyon olarak vasfettiği iki kesimin bir arada olduğu eylemliliklerin ilki 1 Aralık 2002 Çağlayan Meydanı’nda gerçekleştirilmişti. İslami kesim bu eyleme zayıf ama canlı bir katılımla iştirak etmiş, ağırlığı da Özgür-Der korteji oluşturmuştu. Daha sonraki günlerde katılımcı unsurları sol ağırlıklı olan “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nda öne çıkan inisiyatif, ABD ve savaş karşıtlığını toplumun tüm kesimlerine yayabilmek konusunda, İslami kesimle eylemde birliktelik görüntüsünün fonksiyonelliğini gittikçe daha fazla benimsedi.  Savaş karşıtı eylemler sürecinde de sol, pratik olarak da ilk defa Özgür-Der özelinden, İslami kesimde partisel vesayetten uzak, devrimci kimliği belirgin, aktivist ve düzen karşıtı bir hareketin/potansiyelin varlığını tanımaya başladı.

1 Mart’ta Ankara’da, 27 Mart’ta Dolmabahçe’de, 6 Nisan’da gene Çağlayan’da ve irili ufaklı daha bir çok savaş karşıtı etkinlikte ABD yayılmacılığına ve Türkiye’deki işbirlikçi güç odaklarına karşı birlikte değişik eylemler gerçekleştirildi. Yine 2003 Ocak ayının başında Marmara Üniversitesi’nde ilk defa Müslüman öğrencilerle solcu öğrenciler bir araya gelerek ABD emperyalizmine ve Irak’ın işgal edilmesine karşı bir protesto gösterisi yaptılar. (Eylemler için www.savasahayir.info; www.ozgurder.net; www.haksoz.net sitelerine bakılabilir).

Sol kesimle, “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” programları doğrultusunda eylemsel dayanışma içine giren Müslümanlar; ayrıca konuyla ilgili bir çok bağımsız eylem ve etkinlik de gerçekleştirdi. Ayrıca İslami kesimden bir çok yazarın, gazetecinin, avukatın, insan hakları kuruluşunun, dernek ve vakıfların, gazete ve dergilerin, yayınevlerinin katılımı ile kurulan “Savaşa ve İşgale Hayır Platformu”nun, savaşa ve ABD dayatmalarına karşı gerçekleştirdiği etkinlik ve eylemlerde zaman zaman “Koordinasyon” ile dayanışma içine girildi. Kamuoyunun oluşması ve hükümet-devlet politikalarının etkilenmesi konusunda bütün savaş karşıtı eylemlilikler ve girişimlerin birbirini besleyen ortak kazanımlarının olduğunu söyleyebiliriz. Bu etki en çok 2. Tezkere’nin TBMM’den geçmemesi konusunda diğer etkenlerle birlikte olumlu bir sonuç oluşturmuştur. 2. Tezkere’nin geçmemesiyle Türkiye topraklarında 40 bin civarında ABD askerinin konuşlanması, 60 bininin de Türkiye sınırlarından Kuzey Irak’a geçiş yapması engellenmiş ve kısmen Türkiye’nin ABD tarafından fiili işgaline engel olunmuştur. Belki de bu nedenle Ertuğrul Özkök köşe yazısında Türkiye topraklarına ayak basma izni alamayan ve Akdeniz açıklarında gemilerde bekleyen “Amerikalı delikanlılar”(!)ın derdine düşmüştür.

“Amerikalı delikanlılar”ın derdine düşen Özkök ve benzerleri, “İslamcı-solcu ittifakı” dedikleri emperyalizm karşıtı eylemsel ittifakları tabii ki hoş karşılamayacak, dayanışmanın bozulması için tarafları kışkırtmaya yöneleceklerdi. Bu kraldan çok kralcıları 13 Mart 2003 günü Özkök’ün yöneticiliğini yaptığı gazetenin önünde Özgür-Der ve İHD üyelerinin protesto etmesi ve “Hürriyet Gazetesi, Pentagon Bülteni” sloganını atmaları, provokatörlere karşı anlamlı bir cevap oluşturmuştu.

Özkök’ün fitnecilik yaptığı yazısını ele aldığımızda hemen söylememiz gereken husus şudur: Çift kutuplu dünyanın konjonktürü ile küresel kapitalizmin egemenlik ilan ettiği tek kutuplu günümüz şartlarında olaylara, tartışmalara, kavgalara aynı nedensellik bağı ile yaklaşmamız doğru değildir. ABD’nin sesi konumuna gelen kartel yazarlarının ve Özkök’ün düştüğü seviyesizlik karşısında, hayati bazı konularda düzenin diliyle paralelleşerek eylemci sola eleştiriler yönelten A. Vakit gazetesinin etkin yazarlarından Ali Karahasanoğlu, 3 Nisan 2003 tarihli yazısında şu vurguda bulunuyordu:

“Şahsen ben kendi adıma söyleyebilirim; ‘Savaşa Hayır’ noktasında birleştiğim her görüşten insanla ittifakım, başarıya ulaşır da savaş biterse, solcular beni diskalifiye etseler de, bu, hiçbir zaman için ‘utanılacak bir ittifak’ değildir....

Ben ‘Savaşa Hayır’ ittifakından utanç duymuyorum, duymayacağım…”

Tabii ki birbirinin diline uzak ve karşı karşıya getirilmiş kesimlerin, ortak düşmana karşı kısa zamanda ortak bir strateji geliştirmeleri imkânı oldukça kısıtlıdır. Düşmanın sürekli saldırı ve kuşatma stratejisi karşısında pragmatik amaçlı ve konjonktürel şartların zorlamasıyla doğan ittifaklardan çok, birbirini anlamaya çalışan, ilkeli ve kuralları tanımlanmış diyalog ve ittifaklara daha fazla gereksinim olduğunu belirtmek, daha tutarlı ve akli bir yaklaşım olsa gerektir. Ve illaki Müslümanlar ve sol kesim arasında memnuniyet verici bir “hediye” aranıyorsa, Lübnan direnişindeki ve Filistin intifadasındaki dayanışmaya bakılabilir.

BAŞARMANIN İLK ŞARTI ANLAMAKTIR!

Türkiye’de solun önemli bir kesimi ile bazı Müslüman kesimler arasında savaş karşıtı dayanışmanın sağlandığı son süreçten sonra, şimdi tarafların birbirini anlamama, tanımama lüksünü terk edip etmeyecekleri daha çok önem ifade etmektedir. Zira ABD saldırganlığının Irak’la sınırlı olmadığının hepimiz bilincindeyiz. ABD’nin küresel yayılmacığı yanında tüm bölgemizi hedefleyen fiili kuşatma stratejisi ile de karşı karşıya bulunuyoruz. Kitleleşebilecek uzun soluklu direnişler, uzun soluklu ittifak şartlarının olgunlaştırılmasına bağlıdır. İttifak arayışlarımız çıkar temelli değil, insan ve toplumun güvenliğini ve adaleti esas alan, karşılıklı hukuka riayet eden, sürekliliği olan ilkeli bir tutumla gerçekleşmelidir. Bu konuda bazı olumlu yaklaşımlara işaret sayılacak adımlar var olmakla beraber, hem zihinsel hazırlık, hem de yaşam tarzlarındaki farklılıklar açısından ciddi kopukluk ve uzaklıkların var olduğu gerçeğini de belirtmeliyiz.

Öncelikle tarafların birbirlerini anlama çabalarında temelsiz genellemelerden kaçınmaları, birbirlerine karşı ön yargılı refleksleri bırakmaları gerekmektedir. Tabii ki ideolojik tartışma olacaktır. Ancak tartışmanın dayatmayı mı, iknayı mı öncelediği önemlidir. Ayrıca kazanımlar açısından iki kesim arasında da rekabet söz konusu olacaksa, bu; birbirlerini taciz etmeye yönelik değil, ortak düşmana ve kapitalizmin aşıladığı hayat tarzına karşı mücadele ve dayanışmada yarış şeklinde var olmalıdır. İki kesimin de hitap ettiği kitlelerin, yeteri kadar resmi ideolojinin düşünce ve davranış kalıplarından, kapitalist yaşam tarzına öykünme zafiyetinden arınabilmiş olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Yine her iki kesim de kendi tarihlerini değerlendirmek konusunda ne yeteri kadar resmi ideolojiden kopmuş ve ne de ulus kurgunun etkisinden sıyrılabilmiş değildir. Her iki kesim de tek kutuplu dünyayı yorumlama, gelecek tasavvuru oluşturma, sanayi toplumunun sonucu olan kapitalist yaşam kültürüne karşı alternatif yaşam modeli sunma ve uygun direniş ve ittifak stratejileri belirleme konularında önemli zaaf ve eksiklikler taşımaktadır. Birilerinin kalkıp kendilerinin iyi ve yeterli olduğunu açıklaması, dayandığı kitlelerin eğitilmiş ve bu sorunlardan sıyrılmış olduğu anlamına gelmeyecektir.

Sürdürülebilir bir dayanışmanın taşımaması gereken zaaflar, her iki taraf için de mevcuttur ve bu gizlenebilecek bir konu da değildir. Taraflar kendi içlerinde önemli farklılıklar nedeniyle tartışmaktadırlar ve bu kaçınılmazdır. Ama çoğu zaman karşı kesim hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları halde çok iddialı metodik ve doktrinel genellemeler yapabilmektedirler ki bu tutum da önemli yanılgı ve husumetleri beslemektedir.

Sol kesim Gramsci’ci sivil toplum anlayışından, insanın taktik bir olgu olarak kullanılmadığı bir insan hakları mücadelesi arayışına, yaşamı ve siyaseti Marksist söylemin sonuçlarına göre değil de kendisini üreten yöntemin mantığına göre yeniden belirlemeye ya da “bir başka dünya”nın imkânlarını araştırmaya kadar açarken; bazıları dağılma korkusu ile doktrinel özeleştirinin sayfalarını açmayan bir içe kapanma, bazıları da kaba bir ezen-ezilen diyalektiği içinde, eylemde sürekliliği öne çıkartmaktadırlar. Ama içindeki bütün farklılaşmaya rağmen sol, gerek küresel kapitalizme karşı gösterilen tepkilerde, gerek Türkiye’de ortaya konan icazetsiz muhalefette ağırlığını hissettirmektedir.

İslami kesim ise hayata ve toplumsal sorunlara temel referans kaynağı olan Kur’an perspektifinden bakma yeterliliğini ve değişen dünya şartları hakkında ki görüşlerini bu perspektif açısından yenileme gücünü uzun dönemlerden beri kaybetmiş bulunmaktadır. Bu sonuç Müslüman kesimlerin eklektik kimliklerle maluliyetini oluşturmuştur. Ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren yükselen İslami hareketler ve öncüleri, kendilerini de yenileyerek Müslüman kitlelerin mozaik kimliğini gidermek konusunda başarılı çalışmalar ortaya koyabilmişler ve her geçen gün yaygınlaşan ve direnen özgün bir toplumsal kimlik inşasının temel harcını oluşturabilmişlerdir.

Sol kesimin ve İslami kesimin taşıdıkları zaafların, hem kendi içlerinde hem de birbirlerine karşı yapmaları gereken özeleştiri zorunluluğu, ortak muhalefet için öncelemeleri gereken ortak paydaları belirlemeleri kadar önemlidir. Zira iki kesim arasında gelişen ve gelişebilecek olumlu ilişkileri sabote etmek isteyecek olan ulusal ve uluslar arası güç odakları, ilk olarak bu iki kesimin birbirlerine karşı besledikleri ön yargıları ve üstü küllenmiş husumetleri tutuşturacaklardır. Oysa insanlığı ve onuru ateşe veren egemen güçler karşısında itirazlarını yükselten güçlerin, birbirlerine olan ihtiyaçlarını ilkeli ve uzun soluklu bir dayanışmaya dönüştürmenin takip edilecek yolu üzerindeki dikenleri ayıklamaları gerekmektedir. Uzun bir yürüyüş ufkunu göremeyenlerin, yoldaki dikenleri temizleme çabası içinde olması zaten beklenemez.

III- Küresel Saldırganlığa Karşı Küresel İntifada

Bugün tüm yeryüzü halkları olarak amansız bir saldırganlıkla karşı karşıyayız. Emperyalist yayılmacılık ve sömürü düzeni önünde engel oluşturabilecek oluşumların, hareketlerin, kurumların işi giderek zorlaşıyor. Hiçbir kural ve hukuk tanımaksızın saldırganlığını tüm dünyaya yayan ABD, yeryüzünün bütününe bir zorbalığı egemen kılmak istiyor. Irak’a karşı yürütülen savaş, bu genel kampanyanın bir ayağı sadece. Emperyalizm Irak’a karşı hem savcı, hem hakim, hem de infaz görevlisi olarak hareket etti ve hiçbir haklı nedene dayanmaksızın ve gayrı meşru, haksız, ahlaksız bir savaşla bu ülkeyi teslim aldı. Aslında teslim alınan Irak olsa da, teslim alınmak istenen Irak’tan ibaret değildi. Tüm dünya halklarının vicdanı, iradesi ve emperyalist zulme karşı direniş ruhu ve bilinci idi teslim alınmak istenen!

Önce Afganistan ile başlayıp ardından Irak’la süren saldırganlığı, bazılarının adlandırdığı gibi yeni sömürgecilik şeklinde değil, yeniden sömürgecilik çağına geri dönüş olarak adlandırmak daha uygun olacaktır. Aynen önceki yüzyıllarda olduğu gibi sömürgeciler yine işgale gittikleri ülkelere ilişkin olarak kendilerine birtakım misyonlar atfetmekteler. Dün medeniyet götürmek için geldiklerini söyledikleri ülkeleri, bugün demokrasi getirmek adına yeniden işgal etmektedirler. Dün gerçek hedefleri olan sömürü ve bunun biricik yöntemi olan katliamı gizlemek için sarıldıkları yalanlara, bugün yeniden sarılmaktalar. Üstelik bugün, sahip oldukları propaganda araçlarının çokluğu nedeniyle daha yoğun ve sistematik yalan kampanyaları yürütebilmekteler.

Ne var ki, yalanlar ne kadar etkili de olsa, bir vakte kadar işlevsel de olsa, gerçeklerin sürgit gizlenebilmesi mümkün olmuyor. Nitekim Irak’a yönelik saldırının daha ilk hazırlık aşamasından itibaren tüm dünyada yükselen protestolar, emperyalist yalan mekanizmasının giderek etkisini yitirdiğinin bir göstergesi oldu. Dünya tarihinde bir ilk yaşandı ve daha başlamadan bir savaş dünyanın her bir yanında büyük kitlelerin protestolarına neden oldu. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yeryüzü genelinde sokakları, meydanları dolduran yığınlar savaşa karşı antiemperyalist bir tavır sergilediler. Farklı inançlara, insani kaygılara ve siyasi eğilimlere sahip kitleler, haksızlık ve zulme karşı ortak bir hassasiyete sahip çıktılar. İşte bu olgu o kadar önemliydi ki, askeri açıdan savaşın sonucu ne olursa olsun, daha baştan ABD insanlık vicdanında ve bilincinde bu savaşı kaybetmişti. Günü belki zorbalık kazanmıştı, ama geleceği kuramayacağı da açığa çıkmıştı.

ADALET BULUŞMASI

Savaş karşıtı tepkilerde İslami hareketlerin ya da İslami eğilimli kitlelerin pozisyonunun ne olduğuna baktığımızda, ABD’nin Irak’ı hedef alan saldırganlığı karşısında bu hareketlerin de tüm yeryüzü çapındaki protestolarla ortak bir dil ve kaygı geliştirdiğini gördük. Elbette her ideolojik ya da siyasi harekette olduğu gibi, İslami hareketlerin de birtakım farklı değerlendirmelerinin olduğu, ayırıcı birtakım yaklaşımlarının bulunduğu görülmekle birlikte, genel planda ayırıcı değil, ortak tavırlar, söylem ve sloganlar daha fazla öne çıktı. Savaşın haksızlığı, ABD’nin asıl hedefinin yayılmacılık ve sömürü olduğu, ABD ürünlerinin boykot edilmesi, Filistin sorununun adil bir çözüme kavuşturulması gerektiği vb. hususlarda tüm dünya çapında kendiliğinden ve çok hızlı bir biçimde ortak bir dil geliştirildiği görüldü.

Bu yönüyle İslami hareketlerle solun, küresellik karşıtları ve barış hareketlerinin ortak bir zeminde buluşmuş olmaları dikkat çekiciydi. Bu zemini en genelde “adalet” buluşması olarak adlandırmak mümkün. Doğaldır ki, adalet, farklı perspektiflerden farklı tanımlanan bir kavram ama ortak paydasında insanın özüne dönük bir arayışı, yaratılıştan gelen saflığı, doğruluğu ve insani erdemi yansıtmakta. Ve Müslümanlar bilirler ki, Kurani bir kavram olarak “adalet” tüm bu insani değerlerin ortak paydasını oluşturmakta.

İslami hareketler ya da İslami eğilimli kitlelerin farklı dini inanç veya dünya görüşlerine sahip kitlelerle ortak söylem ve eylemler geliştirmeleri olgusu, ABD’nin Irak’a saldırısının dünya çapında yarattığı etkilerden biri olarak gündeme gelmiştir. Londra’dan Kahire’ye, Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar yeryüzünün pek çok bölgesinde değişik boyutlarda yaşanan bu gelişmeyi Türkiye örneğinde bizler de yaşadık. Siyasi-ideolojik kamplaşmanın çok sert bir geleneği bulunan ve farklı anlayışların ortak paydalar üretmesinin çok nadir olduğu Türkiye gibi bir ülkede sol-sosyalist, demokrat ve İslamcı kesimlerden kuruluş ve şahısların bir araya gelerek oluşturdukları savaş karşıtı koordinasyon, belki Londra’da ya da Cakarta’da olduğu gibi çok büyük kitleleri harekete geçiremedi ama statükoya karşı muhalif bir tavır sahibi farklı toplumsal renkleri bir araya getirerek güçlü bir ağırlık merkezi oluşturdu. Nitekim, elbette başka bir dizi faktörün de katkısıyla, bu koordinasyonun süreklilik içeren çaba ve eylemleri neticesinde Türkiye devletinin savaşta ABD lehine daha açık bir tavır alması ve ülkeye Amerikan kara birliklerinin konuşlandırılması eğilimi engellenebildi.

EMPERYALİZMİN KÜRESELLEŞMESİNE KARŞI MUHALEFET DE KÜRESELLEŞMELİ!

Dünya çapında sol-sosyalist, barışçı, küreselleşme karşıtı hareketlerle İslami hareketlerin ortak zeminler üretebilmeleri ya da bu zeminlerde buluşmaları, yakın zamana dek pek tahmin edilebilen bir şey değildi. Burada üzerinde durulması gereken husus, küreselleşme adına ortaya konulan eşitsiz, zalimane ve sömürücü düzenin giderek tüm dünya çapında bir muhalefete yol açtığıdır. Aynı şekilde despotizmin gücü ve kuşatıcılığı, karşı koyuş çabalarını da giderek zayıflıklarının farkına vardırmakta ve bunun sonucunda muhalif akım ve hareketlerin de dayanışma içine girmelerine yol açmaktadır. Yani bir anlamda sistemin ve egemen güçlerin küreselleşmesi, tek yönlü işleyen bir süreç olarak kalmayıp, bunun karşısında muhalefetin de küreselleşmesini getirmektedir.

Gerçekten de ortada kapsamlı bir baskı sistemi hazırlığı, otoriter bir tahammülsüzlük ve her türlü itiraz ve karşı çıkışı boğmaya çalışan hegemonik bir düzen çabası bulunmaktadır. Bunun pratik sonuçlarını Afganistan ve Irak’ta, kısmen Filistin’de ve ileriye dönük olarak muhtemelen Suriye, İran, Kuzey Kore, Küba ve hatta Zımbabve örneklerinde ortaya konulduğu gibi, rejim değişikliği dayatmalarında görebilmekteyiz. Bunun somut yansımalarını Bush’un “Ya bizimle olursunuz ya da teröristlerle” dayatmasında; Savunma Bakanı Rumsfeld’in Irak’a karşı savaşı meşrulaştırmak için söylemiş olduğu ve bir hukuksuzluk abidesi sayılması gereken “Delil olmayışı, bir şey olmadığının delili değildir!” küstahlığında; Irak savaşı biter bitmez Suriye’nin, İran’ın, Kuzey Kore’nin, Lübnan’ın açık açık tehdit edilmesinde görebiliyoruz.

Aynı açıklıkla görülebilen bir gerçek de tüm bu tablo karşısında yerel, bölgesel güçlerin ya da belli ideolojik çevrelerin tek başlarına etkili bir direnme imkânının bulunmadığıdır. Küresel boyutta seyreden bu vahşeti durdurmak, püskürtmek ancak geniş koalisyonlar, etkili kampanyalar, her kesimden insanları içine alacak büyüklükte bir karşı koyuşla mümkün olabilir. Bu da tüm dünya halklarının acil bir ihtiyacı ve sorumluluğu olarak küresel bir intifadanın yükseltilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda farklı ideolojik, etnik, dini ve siyasi kökenli hareketlerin, kuruluşların ve şahısların her geçen gün daha da büyüyen emperyalist yayılmacılık tehdidine karşı, vakit kaybetmeksizin diyalog zeminlerini güçlendirmeleri gerekmektedir. Diyalog zemininin güçlenmesi dayanışma olgusunu ortaya çıkaracaktır. Daha yaşanabilir bir dünya, gücün ve zorbalığın değil adaletin hakim olduğu bir yeryüzü arzu edenler, hep birlikte küresel zulme ve barbarlığa karşı Küresel İntifada’ya omuz vermelidirler.

Ek bilgiler

  • Yazar: Kurum
  • Yıl: 2003
  • Kurum: Özgür - Der
Ara...