ŞAİRİN VE ŞİİRİN İÇİ AÇILMAMIŞTIR

Almanak 2002

“Şairleri okusalardı, filozoflar ne çok şey öğrenirlerdi…” Gaston Bachelard

Şiirin serüveni aynı zamanda tarihin ve insanın serüvenidir. Şiirden söz ettiğimizde onu hep düşlerle düşünüyoruzdur. Şiirden, imgelerden söz edildiğinde imkansızı imkanlı hale getiren bir aşk halinden söz ediyoruzdur. Belki de bu nedenle bizi etkileyen bir şiir yolumuzu kestiğinde ezberimiz bozulur, duyumlarımız artar. Bu bir bakıma çok yakından tanıdığımız “zamanın” zaman olmaktan çıkması ve şiirin zamanına göre ayar tutması gibidir. En kötüsü de şiirin çevreye, zamana, çağın egemen aklına uymasıdır. Bu nedenle Metin Altıok’un, “Sevgilim aşk da çevreye uyar / Ve kendine parlak bir yalan arar” dizeleri üzerinde düşünmek gerekir. Şiirin ve aşkın çevreye uyması ve kendilerini parlak bir yalanla teorize etmesinden daha trajik ne olabilir ki? Belki de bu nedenle, her şeyin devlete benzetildiği bir siyasal kültürel ilişkiler ikliminde şairin ve şiirin hareketi dünyada az yer kaplıyor. Bu nedenle, kendisi yeryüzünden, özgürlükten ve insandan yana olan şiir her aklına estiğinde karşısında resmi tarihi ve devleti buluyor. Şairin, şiirin “tüzüklerle çarpışarak büyümesi” de bu karşılaşma anlarının sürekliliği ile ilgilidir.

Şiirin egemenlere ve onları üreten tüm neden ve sonuçlara değil de, özgürlüğe imrenmesi, onun hiçbir  zaman yakın ve uzak zulümlerin küçük ya da büyük hisseli ortağı olmayı istememesi önemlidir. Yerini hiçbir zaman beğenmeyen bir maceracıdır, maceracıdır şiir… Maveraünnehir’in nereye döküldüğünü, iki yanlıştan bir devrim çıkmayacağını en çok o bilir. Şair / şiir, “Ne demiş uçurumda açan çiçek / Yurdumsun ey uçurum” dediğinde çoğu zaman kibirli olan kavramların başaramadığı bir fotoğrafı belleğinizde, yüreğinizde, bilincinizde iz düşer. Ya da, Politikanın bütün zamanlarda “kurucu” olma iddiasına karşın, şiirin ele avuca sığmazlığı, saçak altlarında, Arnavut kaldırımlarında yürüdüğü aşikardır. Çünkü şiir bütün zamanlarda azınlıktır ve muhalif olmanın keyfini çıkarır. O halde 2002 yılında da şiirin ve şairin bizi hayran bıraktığı, ya da hayal kırıklığına uğrattığı anları, örnekleri yakalayabilmemiz için bütün yıl hayata şiir ve dil ile bakmak önemli. Çünkü şiir bir bakıma “dilde yangınlar çıkarma meselesidir…” Dahası şiir bir yanıyla dil sorunudur, ama bu dil şairin dediği gibi “kuş dili de değildir.” Çünkü şiir, hayat bilgisi ile hayal bilgisi arasında, somuttan soyuta soyuttan somuta sonsuz bir imgesel, dilsel salınım içinde kendi hakikatini kurar. Bu nedenle bir aşk hali olan bir şiir ezberimizi bozduğunda veya bir şiir hali olan aşk ezberimizi bozduğunda, içimiz somut şartların soyut tahlili bir alem, dışımız soyut şartların somut tahlili bir başka alem olur… Yani soyut ile somut, içimiz ile dışımız, düşlerimiz ile gerçeklerimiz o anda daha büyük bir hayatın, enerjinin parçası olarak şiir hiç bir zaman işaret parmağını yitirmez.

“Değerlendirme” sözcüğü doğal olarak bir özetleme pratiğini, bir indirgeme halini içerir. Ama sonuçta o yıla ait işaretlerin okunup tasnif edilmesi sorunu, olaylara/olgulara bakışımızı belirleyen bir tarih bilinciyle ilgilidir. Bu ise imgenin, şiirin hareketine daha yakından bakmanın ötesinde onların serüvenine daha yakından katılmak ile mümkündür. 2002 yılında şairler hangi vakti doldurdular, hangi vakti yaşadılar…

Ne desem bilmem ki; açıl şiir açıl… Açıl şair açıl…

Hem soru hem de cevap olarak Nazım Hikmet
“Sosyalist olmuşum, ne iyi, ama ne belalı tesadüf” Can Yücel

2002 yılının Türkiye’de ve dünyada en önemli şiir etkinliğinin Unesco tarafından ilan edilen “2002 Nazım Hikmet yılı” olduğunu açık. Bu özel yılın bizim mahallenin çocukları, sosyalistler için pek de “iyimser” sonuçlar üretmediğinin altını “kırmızı yanlışlıklarımızla”çizmem gerekiyor. Buna yerel ve evrensel düzeyde gerçekleştirilen etkinliklerin politik, etik ve estetik değerlendirmesinin yapıl(a)mayışı da eklenince bir dize boyu yol alamadığımızı düşünebiliriz. Bu tarihsel ve siyasal halsizliğin / beceriksizliğin pek çok nedeninden söz edilebilirse de kendi geleneklerimizi ve kavramlarımızı “tek ve mutlak kurucu / bilici” olarak gören politik kavrayışın en temel ayak bağımız olmasına dikkat çekmek isterim. Dünyayı ve Türkiye’yi yorumlama ve değiştirmenin merkezine kendini koyan ve başka sosyalistleri ötekileştiren bu tarih ve politika teorisi, doğal olarak sanat / şiir sanat alanında da olumsuzluklar üretiyor. Her geleneğin, Nazım Hikmet’i kendini doğrulayacak bir nesne olarak algılayarak araçsallaştırması, öteki bilgiye / bilince gereksinme duymaması, birlikte düş kurmanın, söylemenin ve eylemenin politik tasavvurumuzda olmayışı sorununu Nazım Hikmet Yılı’nda da fazlasıyla yaşadık. Sonuç, birbirimizden, hayattan, teoriden ve pratikten eksilmeye devam… Yani Can Yücel’in dizelerini yardıma çağırarak derdimi anlatırsam, “Bana bir varmış de / Bir varmış bir yokmuş deme / İçime dokunuyor” dizelerinde anlamlandırılan hal. “Bir varmış” yerine “bir yokmuş”tan oluşan bir negatif ihtilal! Egemenlerin Nazım Hikmet üzerinden geliştirdikleri projelerle bizleri yenme taammütleri karşısında, devlete ve egemenlere yenildikçe birbirimizi yenmenin çabası içinde olmanın telaşı karşısında Turgut Uyar’ın “Mutsuzluktan söz ediyorum / Dikey ve yatay mutsuzluktan / Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun / Sevgim acıyor” dizelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Nazım yılı, hem şiir/sanat hem de politik olarak iki zeminde ciddi, kalıcı mesailer yapmamızı gerektiriyordu. Tarihin çözmek için önümüze koyduğu sorunları bu bağlamda da irdeleyebilir, Nazım imgesi ve gerçeği ile sahici ilişki kurarak, hem sorunlarımızın hem değerlerimizin köklerine, derinliklerine eleştirel yolculuklar yapabilirdik. Can Yücel, “Yani diyalektik / Yani Aleyhistan’da yeni bir lehçe olmak” diyordu ama “Şarabi Eşkıyalar”ın onu dinlemek diye bir dertleri yoktu. Oysa, başka bir dünya isteyen bizim mahallenin asi ve aksi çocukları, Nazım’dan, birbirimizden, şiirden ve politikadan, dolayısıyla da düşlerimizden zarar etmek yerine başka bir yol denemeliydi. Can Yücel’in “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”dizeleri aslında hem Nazım Hikmet ile hem birbirimiz ile ilişkilerimizi nasıl düzenlememiz gerektiğinin imgesel ana fikridir. Oysa, kendi küçük “yalanlarımızla / oyunlarımızla”oyalanmayı yeğleyerek, kendi iç hayatlarımızda ve birbirimizle ilişkilerde Nazım Hikmet’i yeniden keşfetmek, akademik, siyasal, poetik araştırmalar yapmak yerine işin kolayına kaçtık ve onu kendimizi doğrulamanın aracı olarak gördük. Her etkinliğe kendi yapısal sorunlarımızı da götürerek, birbirimizde ve kendi içimizde yeni anlamlar dünyası yaratmak yerine, kendi“sığ” sularımızda “derin!” kulaçlar atmayı tercih ettik. Sonuç olarak, ne egemenlerin oyunlarını bozacak bir karşı hegemonyayı gerçekleştirilebildik ne de daha sonraki yıllara kalacak siyasi, akademik, sanatsal bir metin üretibildik.

Öncelikle şöyle bir saptama yapılabilir: Nazım yılı gerek şiir gerekse de şiir-politika, şiiri-felsefe, şiir-ideoloji ilişkileri bakımından bir bütün olarak bürokratik ve hiyerarşik olarak kurgulandı ve yaşandı. Bu biraz da her geleneğin ya da tek tek her birimizin Nazım Hikmet şiiri ile ve onun örgütsel olarak içinde yer aldığı gelenek ile ilişkilerimizin esastan ve usulden sorunlu oluşu ile de ilgiliydi. Egemen sınıflar ve onların resmi tarihi ile izdüşen kişi ve kuruluşların temel kavrayışı, onu taşıdığı tüm değerlerden kopararak, kapitalist sisteme, “Kemalizm, romantik ulusçuluk / yurtseverlik yoluyla” geri çağırmak taammüdü idi. Nazım’in sosyalistliği bir yanda şiirleri bir yandaydı. Sistem, Nazım Hikmet’i sosyalist dünyanın imgesi ve gerçeği olmaktan çıkarmakta ısrarlıydı. Yani egemenler, bir yandan onu sisteme/kapitalizme geri çağırırken diğer yandan bu kez sosyalistleri ve sosyalizmi Nazım Hikmet üzerinden yenmek istiyordu. Nazım’ı sanatsal ve siyasal olarak tasarlanmış kötülüklerinin aracı kılmak isteyen egemenler bu kötülükleri resmi tarihin taşeronları tarafından gerçekleştirmenin yollarını aradılar ve buldular. (Türk ve Rus işadamları kolları sıvadılar ve finans sorunu böylece çözüldü… Nazım Hikmet Vakfı, bu planların içinde kendini ifade etmekte beis görmedi!…) Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü, su uyur devlet uyumaz, su uyur resmi tarih uyumaz… Egemenlerin akıl, düş ve devrim tutulmasına uğramış dünyanın kolaylaştırıcılığında sosyalizmin sonunun geldiğini kanıtlama çabaları, sosyalist olmanın anlamsızlığı üzerine kurulu demagoji, yıl boyunca sürdü. Egemenler bizlere ve kamuoyuna şunu söylediler: “Rahmetli sağ olsaydı, çoktan sosyalizmden vazgeçmiş olurdu, rahmetli zaten Kemalistti…” Egemen sınıfların ve onun resmi söyleminin taşıyıcılarının sürdürdükleri bu ideolojik, politik ve estetik hegemonya savaşı karşısında bizim mahallenin çocukları, sosyalistler yukarıda altını çizdiğim gibi bileşik bir karşı hegemonya örgütleyemediler. Kendi gündemlerin oluşturarak, devletin ve sistemin kültürel, ideolojik ve politik hegemonyasına karşı birleşik ya da tek tek ciddi bir karşı koyuşun militanlığını gerçekleştiremediler.

Dahası içe dönük bir rekabetin parçası olarak bizim mahallenin çocukları pek çok politik, etik, estetik imla hataları yaparak geçiştirdiler bütün yılı. Her sosyalist kümenin temel söylemini“Nazım Hikmet bizimdir, bizim dünyamızın imgesi ve gerçeğidir. Nazım Hikmet, sosyalizm düşüncesinden ayrı tutulamaz. Onu, devlete ve kapitalizme vermeyiz” cümlesiyle özetleyebiliriz. Ne ki bu cümle etrafında alternatif bir Nazım Yılı örgütlemek için bu yeni cümle ile Nazım’i ilişkin eski cümlelerimizin sağlamasının yapılması gerekiyordu. Çünkü Nazım’ın tarih içinde var olduğu her şeyle kendi geleneklerimizin tarihsel/siyasal ilişki ve çelişkileri “yalansız” bir yüzleşmeyi etik, estetik ve politik bir sorun olarak Nazım ile ilişkilerimizi yeniden tarif etmeyi gerektiriyordu. Çünkü, “Nazım Hikmet şair olmanın yanı sıra bir sosyalistti, onun sosyalist kimliğini unutturmayız” denildiği anda, Nazım’ın içinde bulunduğu sosyalizm geleneğini tanımlarken daha önce kurduğumuz cümleler ile bu günkü cümlelerin karşılaştırılması zorunluluktu. Yani tersinden, pek çok örnekte “Sosyalist Nazım”bir yere “Şair Nazım” bir başka yere konuldu. Oysa, Nazım Hikmet, hem egemenlere karşı mücadelenin hem de kendi tarihimizle yüzleşmenin somut imkanlarından biriydi. Bir karşı hegemonya örgütlemek için, onu politika ve şiir hayatının bütünlüğü içinde “hem olgu hem değer/miras olarak hem de sorun olarak” ele almamız ve denklemi böyle kurmamız gerekiyordu. Belli ki bu nedenle, Nazım Hikmet’i yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin teorik ve politik eleştirisi ve Türkçe şiir pratiği içinde Nazım şiirinin temel faklılıkları ve bu şiirin detayları üzerine çalışma yapacak, yüzleşmeyi göze alacak bir politik, teorik performans izlenemedi. Çünkü Nazım her geleneğin bir açmazıydı da. Çünkü Nazım bizim hem cevabımız hem de sorumuzdu. Ne “cevaplarımızı” bir program etrafında savunabildik, ne de “sorular” sorup onların izini sürme yeteneğini gösterebildik. Oysa dünyayı değiştirme çabalarının yerel ve evrensel düzeyde yenik düştüğü, onu değiştirmek için bir kez daha yorumlamak gerektiği bir tarihsel eşikte, cevapların militanı olmak kadar, soruların da militanı olmak gerekiyordu. Sivas’ta öldürülen Metin Altıok’un “Cevapsız sorunun boynu büküktür / Hemen anlar / Yetim olduğunu” dizeleri bizlere dünyanın bu tarihsel eşiğinde hem yetim hem de öksüz sorulara da ihtiyacımız olduğu gerçeğini anımsatmalıydı. Soruların militanı olmak meselesi, biz sosyalistlerin kapitalizm karşısında cevapsız olduğumuz anlamına gelmiyor. Ama eskiden verdiğimiz bütün cevapların geçerli olduğu anlamına da gelmiyor. Birbirimize karşı cevap anahtarı olmamızı örgütleyen bir kültürün estetik alanda da örgütlenmesi, bizi eksiltti, eksiltiyor… Bu kültüre esastan ve usulden itiraz etmek gerekiyor. Şöyle de düşünülebilir, dünya “çıkmazın güzelliğinden” geçerken devletin yanlış cevaplarını boşa çıkarmak varken altını sıkça çizdiğim gibi Nazım Yılı, politik, etik ve estetik olarak bir yüzleşme imkanı olarak değerlendirilemedi. Sonuç olarak Nazım, kendi geleneklerimize, kibirli kavramlarımıza kapanmanın bir imkanı gibi algılandı ve temel cümle şöyle kuruldu: “Rahmetli sağ olsaydı bizim gelenekten / partiden / örgütten olurdu…” Böyle bir gerçek karşısında dikey ve yatay mutsuzluktan söz etmemek ne mümkün?

Şiir etiği bakımından ise hem Nazımdan hem de Nazım üzerinden dışladığımız ve halen sosyalistlerin belli kesimleri tarafından üzerlerinde okuma yasağı olan Türkçe’nin diğer şairlerinden (Cemal Süreya, Turgut Uyar, Melih Cevdet, Ece Ayhan, Oktay Rifat, Orhan Veli vs. vs. gibi) özür dilemek pratiği de gerçekleştirilemedi. Esprili bir özet yapmak gerekirse, Nazım’ı nesir okumak geleneği yıl boyunca sürdü. Nazım şiiri ile geçmişte kurduğumuz ilişkinin politika-şiir ekseninde yeniden incelenmesi, Nazım şiirini tek boyut okuma alışkanlığımız, onun kimi şiirlerini daha çok politik ihtiyaçlara cevap olduğu için sevmemiz, bir anlamda “bildiri” tadında okumamız, onun hem Türkçe şiirin hem de kendi şiirinin doruklarından olan “Saman Sarısı”, “Severmişim Meğer” gibi şiirlerle ilişkisizliğimizle yüzleşmenin de gerçekleşmediği ortada. Bunun anlamı Nazım Hikmet ile kurduğumuz ilişkinin her düzeyde ve şiir bağlamında da hala “slogan” bir ilişki olması ve onun şiirini yeniden keşfetmenin estetik olanağını ortaya çıkaramayışımızdır…

Yeryüzü şairi Nazım Hikmet bir şiirini “Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi…” dizeleriyle bitirmişti. Gelecek yıllarda iyimser olmak için, Nazım derslerine hem nazım hem de nesir olarak çalışmak tarihin önümüze çözmek için koyduğu sorunların başında geliyor.

Şiirin reklama, reklamın şiire dahil oluşu
“Reklam spotları bile çirkin bir şiir değil mi?” Cemal Süreya

Birkaç yıldır şiirin popülerleşmesinden ve kendini hayatın bütün alanlarına kabul ettirmesinden söz ediliyor. Bu söylem 2002 yılında da sürdü. Daha doğrusu, şairin/şiirin “divanda ve dergahta” daha çok görünür olmasının ortaya çıkardığı nicelik kutsanarak, şiirin olmazsa olmazı olan özgürlükçü niteliğin unutturulduğu bir söylem 2002’ye de egemen oldu. Aslında şiirin popülerleşmesi ile kitlelerde gerçek karşılığını bulması iki farklı olgu. Şiir kitaplarının halen yayınevlerince kar getirmediği için “prestij kitaplar” olması, ünlülerin şiir kitaplarının bile birkaç bin basılıp satılması, şiir dergilerinin okurlarının sayısının zaman zaman binleri bile bulamaması gibi yakıcı gerçekler düşünüldüğünde, popülerleşme söyleminin bir piyasa yanılsamasını yeniden üretmekle eş anlamlı olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Evet, şiirde görülen nitel ve nicel olarak bir yaygınlaşma eğilimi, şiirle-hayat, şiirle kamuoyu arasında daha gerçek ilişkiler kuruluyor olması şiirin 2002 yılında nitel ve nicel bir sıçrama yaptığı anlamına gelmiyor. Şiirin, özellikle İbrahim Sadri, Yusuf Hayaloğlu, Ahmet Selçuk İlkan gibi son yıllarda medyada sahne alan isimler kanıt gösterilerek popülerleştiği iddiası ise olgulara hangi etik, estetik ve politik çerçeveden bakıldığı ile doğrudan ilgilidir. (Tiyatrocu-şair Yılmaz Erdoğan örneğini bu örneklerden ayrı incelemek gerekir…) Bu örneklerde popülerleşen şeyin şiirin nesi olduğu sorusunun yanıtı, kolaylıkla “hiçbir şeyi olur” şeklinde verilebilir. Ama sorun bir beğeni sorunu da değil, dahası kimin şair, neyin şiir olduğu meselesi kısa zamanda insanı “bilirkişi” veya “cevap anahtarı” konumuna da sokabilir.

Bu konu daha temelde, şair / şiir-reklam, şair  /medya başlığıyla özel olarak incelenmesi gereken bir konudur. Dilin her zaman hayali ve yanılsamacı bir yönü vardır… Egemen dil ise içinde hem nedeni hem de sonucu olduğu resmi tarih teorisi gereği bu yanılsamayı en uç boyutlarda iktidar hali olarak yaşar. Egemenlerin bir yandan, “Aleyhistan’da yeni bir lehçe olmak” (Can Yücel) isteyen sözü / dili bastırırlarken diğer yandan, Ece Ayhan’ın “Esas duruş, mülkün temelidir”şeklindeki yirmi dört ayar altın cümlesine göre kurgulanmış bir ilişkiler bütünü güzelleyen sözü / dili kışkırtmaları rastlantı değildir. Reklam sektörü egemenler tarafından kışkırtılan dilin en gelişkin ve hızla örneğidir. Bu nafile durum, dilin özgürlükle ilişkisinin koparılıp onun direkt olarak “karın tellallığına” indirgenmesi olarak özetlenebilir. Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” kitabındaki şu saptamaları konumuz bağlamında önemlidir: “Artık adlar ve sıfatlar keyfi bir düzen içinde, yalnızca çağrışım güçleriyle, istenilen yerde alıntılanabilecekti. Burada ilginç olan, reklamcılığın ve basının kışkırttığı bu hayali dilin, bu keyfi söz düzeninin, hakikat arayışı ile bütün bağlarını koparmış bu söz oyununun kendisini bu kadar kısa bir zaman dilimi içinde bu kadar sahici kılabilmesi, kısa sürede birçok alanda birden yeniden üretebilmesiydi…”İşte bu alanlardan biri de şair ve şiir alanıdır… 12 Eylül 1980 ile başlayan sürecin, 1985’lerden sonra,kapitalizmin yerel ve evrensel dinamiklerinin çıkarları gereği hızla medyatikleşmesi  sonucu son yıllarda şiirin de “medya yengeç sepetine” girmesi ile taçlandı! Şiir/şair böylece medyanın ve sistemin gereksinmeleri doğrultusunda kahramanlaştırıldı! Egemenler bir bakıma şiiri ve şairi, tarihin emri medyanın kavliyle “ipsiz bağlamayı” başardılar. Bu ilk ve son tahlilde şairin ve şiirin şairi ve şiir tanımlayan kurucu ögelerden eksilmesini öneren ve şairi / şiiri popülerlik üzerinden sisteme, resmiyete yeniden döndürmek isteyen bir süreçtir. Bu açık seçikliğe karşın şiir alanında kendine sosyalist olarak sağlam yer edinen şairlerin de, “Abdesti sağlam alırsan namazı sakatlamazsın”mantığıyla bu alanda şanslarını denemeye başlamaları, sistemin bizim mahalle içindeki ideolojik ve siyasi hegemonyasının ne denli işlediğine kanıt olarak da gösterilebilir. Şiirin medyatik alanda bir gösteriye / orta(lık) oyununa, şairin ise “orta oyuncusu”na dönüştürülme süreci, “ün”lenme gibi duyguların yanı sıra, geçmişte kendini sosyalist olarak tanımlayan pek çok sanatçı, edebiyatçı ve şair için, genel olarak egemen ideolojinin ve özel olarak ise resmi tarihin kurucu ögesi olan Kemalizm’in tekrar ideolojik ve politik bir referans haline gelmesiyle de ilgilidir. Ez cümle; 2002 yılı boyunca şiir pek çok bakımdan medyanın ve reklam dünyasının daha çok ilgi alanına girdi ve pek çok şair kendini bu alanda yeniden üretmeyi “şiirin başarı”sı olarak da görmeye başladı… Oya gerçekte reklam dünyası ve medya dünyası kazandı. Ve bizlere, medyanın kapsam alanına giren arkadaşlarımızın ardından “Hep sen kazanırsın ey çözümsüzlük” demek kaldı…

Şairin ve şiirin halleri ya da şair şairin, şiir şairin, şiir şiirin nesi olur?
Yazma-Okuma

“Yazılmayan bir şeyi yazıyoruz / Olmayan bir vezinle / Tutmayan bir kafiyeyle / Yazıyoruz günahlarımızı / Okunmayan bir alfabeyle / Yazıyor / Ve birbirimizin canına okuyoruz” Can Yücel

Benim ana fikrim, şairin çıkmazda olduğu, şiirin şairin çok adım önünde olduğu şeklindedir… Dergi çevrelerinde kurulan ilişkiler, şairlerin oturdukları kalktıkları mekanlardaki şair hayatları ve şiir iklimi bu cümleyi kanıtlayacak işaretlerle doludur. Şair şiirinin çok gerisinde kalmıştır şair ile şiir arasındaki mesafe 2002’de daha da açılmıştır. Bu durumu sadece 12 Eylül 1980’lerin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak algılamak yerine daha başından itibaren şairin hayat ile şairin şiiri ile ilişkisinin sorunlu olduğu gerçeğini bilmemiz gerekiyor. 2002 yılında “çıkmazın güzelliği” diyebileceğimiz bir alternatif potansiyel, şiirin hızlandırıcısı bir kolektif ya da tekil kuvvet ortaya çıkmadı, çıkamadı. Bunun anlamı çok güçlü bir edebiyat damarı olan şiirin gerilemesi değildir. Genel olarak bütün şairlerin yerlerinde saydıkları, kendilerini tekrar ettikleri belki de şiirlerini ve kendilerini tamir ettikleri bir yılı geride bıraktık. Değişik yorumlarıyla “Sosyalist gerçekçilik” veya “toplumcu gerçekçilik” adları içinde şiirlerini kuran ve şiir poetikalarını sosyalizme ve toplumculuğa göre tanımlayan şairler 2002 yılında da gerek kendi geleneklerini gerekse de bir bütün olarak şiir iklimini etkiyecek şiirler yazamadılar. Bir şiiriyle uçan yeni bir şair şiir loncasında zuhur etmedi. Dahası geçmiş dönemlerde önce bir şiiriyle uçan ve sonra şiir kimliğini kanıtlayan kimi şairlerin bir kısmının şiir kimliğinden görece uzaklaştığına bile tanık olduk. Bir döneme damgasını vuran, edebiyat ve şiir alanında kariyerlerini sağlamlaştıran bazı şairlerin ise yerlerinde saymak bir kenara şiirden uzaklaştıkları, başka disiplinlere kaydıkları ve belki de “düşüş”e geçtiklerinden bile söz edilebilir. Hala, Nazım Hikmet’in ve Ahmet Arif’in mirası üzerine kurulu bir şiir poetikası ve pratiğinin yüzleşilmemiş bir “toplumcu gerçekçi” şiir başlığı altında taklit edilmesi ise bir başka gerçektir. Bu benim algıma göre, dünyayı yorumlama ve değiştirmeyi politikaya ve örgüt teorisine indirgeyen, şiiri ve sanatı artakalan olarak görerek devrime dahil etmeyen temel anlayışla ilgilidir. Daha da indirgeyerek söylersek, şiiri ve sanatı politikaya, örgüt ihtiyaçlarına indirgeme ye da şiiri politikanın, tüzük ve programının parçası olarak görme anlayışı, şairin partili olması, şiirin partili olmasının mutlak bir ilke gibi algılanması kültürel ve siyasal bir asosyalleşme ile eş zamanlı gitmektedir. Partili olmak, anlaşılabilecek bir tercihtir ne ki bu tercihi bütün şairler ve şiirler için genel bir kural olarak koymak ve şairi, şiiri tüzük ve programa kayıtlamak, 2002 yılında da sosyalist kolektifleri yönlendiren ve hem kendi dinamiklerinden hem de genel olarak sol / muhalif kamuoyundan “soyutlayan” temel siyasal, estetik kültür olarak sürdü. Oysa, Can Yücel’in 1965’lerde, TİP’e üye olurken yazdığı “ağaç kuşa, kuş ağaca kayıtlı” dizeleri, “bin dereden bir kendimi getirdim” dizeleriyle birlikte anlamlıdır. Ve ideolojik, politik olarak devrime, sosyalizme ve komünizme kayıtlı olan bir şairin kendini ve şiirini somut olarak bir partiye kayıtlaması ne politik ne etik ne de estetik genel bir ilke değildir. Ki, politika, ideoloji, felsefe vs gibi insana dair hiçbir şeye yabancı olmayan, elmadaki görülmeyen vitamin gibi bunları içeren şiir politikadan farklı kendini iktidara göre kurmaz, kuramaz. Çünkü şiir ve aşk komünisttir. Şiir ve aşk, devleti tırnak içine almaz. Şiir ve aşk, devrimi ve sosyalizmi devlete ve partiye öptürmez… Bu onun politikadan ve örgüt teorisinden daha çok devrimi ve komünizmi önemsediği anlamına gelir. O bize hemen şimdiden başlayarak, her türlü pragmatizmi ret ederek, insanlığa çok ötelerdeki düşlerimizi, komünizmi gösterir… 

Şöyle de söylenebilir; muhalif şiir, sosyalist dünyada olup bitenlerin henüz farkında değildir, çünkü şair farkında değildir… Sosyalizme ya da sosyalist gerçekçiliğe ve onun ülkedeki izdüşümlerini tarihsel, politik ve estetik bir olgu olarak, “şiir deltası”nın parçası olarak görmek yerine, “düşman” olarak bakan, egemen şiir ortamında ise “buharlaşma” hali sürüyor. Bu buharlaşma hali kimilerince postmodernizm olarak kavramlaştırılıp eleştiriliyor. Sosyalistler tarafından yeni dönemde ideolojik kültürel olarak “baş döşman!” ilan edilen geleneklerin yazınlarında “kahrolsun revizyonizm ve opurtünizm’in yanına eklenen kahrolsun postmedernizm”e karşı çok ciddi bir ideolojik, politik, teorik karşı koyuş ise ortada yok. Yazılıp çizilenler postmedernizmin kötülüğü üzerine bir ajitasyondan ileri geçmiyor. Sosyalist çevrelerin katı gerçekçiliği / katı hali karşısında, şiire egemen olan, merkezde konumlanan şiir / sanat çevreleri buharlaşma gerçekçiliği / buhar halini şiir poetikası olarak sürdürdüler yıl boyu. Dergi çevrelerinde belli isimler arasında tanımlanmış ve “üye kaydı dondurulmuş!” mikro iktidar alanlarından sürdürülen bu şiir poetikası, kendi dışında bütün şiir poetikalarını ve şiir pratiklerini “cahil, şiir dışı gören” bir anlayışı açık ve örtük olarak sürdürüyor. Genel olarak ödül kurumları, bu makro iktidar çevrelerinin kendi aralarında “şair paylaşımı” olarak sürüyor ve temel kaygı şiirden çok “bir şaire zar atmak”,devlet şairi geleneği yerine her loncanın şairini kendi içinde meşrulaştırmak ve resmileştirmek. Yani tıpkı ulus devletler gibi sınır çizmek, şairi ve şiiri, şiirin yasama, yürütme ve yargı organının başında bulunan kişiye/geleneğe göre yargılamak. Bu muhafazakarlık, statüye zar atma geleneği, sonuç olarak, şairin şairle, şairin şiirle, şiirin şiirle kurduğu ilişkiyi makro iktidar savaşları düzeyinde kavradığı ve devletin, iktidarın, Allah’ın tersi olması gereken şiiri iktidar alanına çektiği için temelden sorunludur. (Şiirin bu hayatta karşılığının, yerinin olmayışı, onun karşılığı ve yeridir, şiirin “iktidarı” onun iktidarsızlığı, iktidarsızlığı ise onun “iktidarıdır”…)

Tarihin ve coğrafyanın içi açılmamıştır, diye bir cümle kurabiliriz.… “Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız// (…) / Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız / Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk”  dizeleriyle, kalbimizin kardeşleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarına dilnotlar düşen aykırı şair Ece Ayhan bir başka şiirde “şiirin ve / kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç!”diye tarih teorisi değerinde notlar düşmüştü okumamız için… 2002 yılında şiir poetikaları bağlamında da, şiirin ve şairin içinin açılmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, tarihin, insanın içi açılmamıştır. Metin Altıok’un dizeleriyle “özgür acılar cumhuriyetinde”“Bir acıya kiracı” olarak yaşıyoruz henüz…  Ezilen ve sömürülenlerin önüne sunulan seçenek, bir dize ile özetlersek Cemal Süreya’nın “ödleriyle öten kuşlar gibi” dizesinin hayattaki gerçek karşılığıdır. Çünkü, makro ve mikro bütün iktidarların tersi olan şiir, bütün ezme-ezilme, sömürme-sömürülme biçimlerine kendi sistemi içinde karşı çıkarak “özgür insan, özgür birey” düşüne yolculuk yapar. Bir bakıma şiir, düşlerimizin hızlandırıcısıdır. Hızlandırıcıdır ama, “Hız: siyah-beyaz resimdir” dizesindeki gibi, iki renge indirgenmiş bir hızlandırıcı değildir. Sosyalistler çoğu kez politikanın vaadine kulak açıp, şiirin vaadine kulak asarlar. Ama yine, de şiir, şairin/şiirin kalbini kıran biz sosyalistlere, insanın içindeki derinliği, insandan insana ilişkilerdeki “hemen şimdi” olan devrimi, değişim ve dönüşümü, tarihin niteliğini gösterir. İmge, kavramların devrimine, şiir/şair, politikanın devrimine bütün zamanlarda itiraz ederek (bu kendi devrimi bile olsa) sürekli olarak devrim içinde devrimi savunur. Şiir ve aşk komünisttir de ondan… Şiir ve aşk devrimin ve sosyalizmin de asi ve aksi çocuğudur da ondan….

Oysa bu coğrafyadaki şiir ortamını çok genel olarak, şairin şaire, şairin şiire, şiirin şiire devlet olması olarak tanımlayabiliriz. Bir güzelliği, bir özgürlüğü ödemesi gereken şairin sürekli olarak bir yanlışı ödemesi düşündürücüdür. Sürekli makro ve mikro iktidar sarmalında kendini eksilten bu kısır döngü nedeniyle de, şair çıkmazdadır, şairin ve şiirin içi açılmamıştır diyorum sıkça. Ve ekliyorum, şair şiire, şiir şaire, şair şaire devlet olmayınca ve yenilmeyince yaşasın şair ve şiir. Nazilli’de bir kahvehanede ne istersen yanında su getiriyorlarmış. Ama işin ilginci su istendiğinde de yanında yine su getiriyorlarmış… Bu örnekten yola çıkarak diyorum ki, 2002 yılında şairin yanında şair getirmek, şiirin yanında şiir getirmek pek mümkün olmadı. Yine de çıkmayan şairden, içi açılmayan şiirden ümit kesilmez. Bir Acem özdeyişi, “Türkçe bilenin işi rast gidermiş” dermiş… Ne gelir elimizden “rastgele” ve rastgide” demekten başka…

Türkçe şiir, Türk şiiri, Türkiye şiiri
“Fırat suyu bütün bir bölgeyi / Takma adlarla dolanmak / Zorundadır” Cemal Süreya

Türkçe dille yazılar şiirler ve öteki dillerle yazılan şiirler konusunda 2002 yılının diğer yıllardan önemli bir farkı olmadığı söylenebilir… En muhafazakar Türkçe şiir ortamı / geleneği “şiirin kendi yasallıklarını”, egemen resmi dilin gelişkinliğini gerekçe göstererek öteki dilin anlamını, referanslarını ve elbette taleplerini görmezlikten geldi, geliyor. Öteki dil ile yürürlükteki  resmi dil Türkçe arasındaki politikaya, tarihe, dile ve şiire dair bütün cumhuriyet tarihine yayılan ve son otuz yılda iyice belirginleşen çatışmalar merkezdeki şiir/şair loncalarınca pek de önemsenmedi. Çünkü bu alan bir resmi tarihin ve onun eklentisi olarak geliştirilen geleneksel sanat/kültür alanının en temel tabularından biriydi. Öteki etnik kimliği, onun varlığının tüm öğelerini Türk ve Türkçe’ye tapulayan ve bunu resmi bir tapu olarak yaşayan gelenek halen sanat ve şiir ortamında iktidarda. Bunun nedenleri üzerine çok şey söylenebilir. Ama çok temel ve derindeki nedenin geleneksel, üniter şair / şiir ikliminin resmi tarihi bütün zamanlarda kendine referans alması olduğu söylenebilir. Bu konumlanışın bütün sivil görünümlerine karşın öteki dili, öteki şairi dışlaması resmi tarihin ve resmi kültür politikasının doğasına uygundur. Geleneksel şair, sanatçı daha başından beri statüye zar atan kişidir, rahatı yerindedir, kaybedecek şeyleri vardır ve tıpkı devlet gibi kendini cevap anahtarı olarak kurmaktadır. Can Yücel’in “Aleyhistan’da yeni bir lehçe olmak” dizeleri onun için sadece bir “edebiyat”tır. Şairin, politik yaşamında ve şiir poetikasında muhalif kimliği seçerek soru imi olmak yerine devletin cevaplarını üretmesi şairin ve şiirin ölümüdür. Makro iktidardan (devlet) çoğu kez moral pay alan geleneksel şair, asıl işlevini referans aldığı resmi tarihin siyasal ve kültürel kodlarını mikro iktidar alanında yeniden üreterek yerine getirir. Ve böylece o da, her zaman kendi alanında “üç oh!” çekerek iktidar koltuğuna oturur. Hal böyle olunca, başka bir deltada Türkçe şiir yazanlar da, başka etnik kimliğe sahip olup Türkçe yazanlar da verili şiir düzenine karşı risk oluşturuyor demektir. Cumhuriyet’in bütün şiir tarihi, daha başından beri resmi tarih adına merkezde oturanların, bu  zorunlu çerçeveye aşk dediğin haram olur, helal olunca o aşk olmaz, diyerek karşı çıkanları tarihin emri, siyasetin kavliyle hizaya geçirme tarihidir. Bu nedenle Ece Ayhan’ın, “Esas duruş, mülkün temelidir” cümlesi siyasal iktidarların ve onların örtük ve açık izdüşümü sanat/şiir iktidarlarının iyi bir fotoğrafını vermektedir.

Pek çok şair için dil isteminin geçiştirilmesi, dil alanı olan şiirde gündem yapılmayışı rastlantı değildir. Kendi dilini özgürce kullanma isteminin kültürel, sanatsal karşılıkları ve bunun şiir içindeki anlamları derinden sorgulayan edebiyat ortamlarının yokluğu ile geçti bu yıl da.Bunun nedeni elbette, şiirin ve sanatın, resmi tarihin bir parçası olan resmi dilin mutlak lehine olan geleneksel anlayıştır. Kürtler için 2002 yılı, Kürtçe şiir yazmanın teoriden pratiğe geçirilişinin zorluklarının altının çizildiği bir yıl oldu. Yasaklı olan Kürtçe’nin tarihsel, siyasal nedenlerden dolayı yazı dili ve şiir dili olarak yaygın olmayışının ortaya çıkardığı sıkıntılardı bunlar. Kürt bir edebiyatçının romanını, şiirini, öyküsünü Türkçe yazmasının “kötülüğüne”ve “yanlışlığı”na dair Kürtlerin siyasi ve tarihi reflekslerinin azalması, Türkçe yazan, ama Türkçe’nin içinden yazmayan, dahası kendi kültürel, tarihi, mitolojik referanslarıyla yazan Kürt şairlerin elini serbest kıldı. 2002 yılında gerçekleştirilen Diyarbakır Kültür Sanat Festivali’nde bu konu kendini yakıcı olarak hissettirmişti. Şu günlerde (24 Mayıs , 31 Mayıs) gerçekleştirilmekte olan 2003 yılı festivalinin ana konularından biri olan Cigerhun dolayısıyla hem Kürtçe yazmak hem de Türkçe yazmak sorununun artık daha nitelikli bir yerden tartışılmaya başlanacağı ve hem Kürtçe veya Türkçe, hem Kürtçe hem de Türkçe yazanlar açısından yeni bir sürecin başladığı söylenebilir. Kürtçe’yi şiir dili olarak kullananların sayısının çok az olduğu ama bu konuda gerekli ve anlaşılabilir bir ısrar ve inadın geliştiği ve bu durumun dil erbabı olması gereken şairler tarafından açık olarak savunulması gerektiği açıktır. Türkçe şiir, Türk şiiri, Türkiye şiiri bağlamlarında şimdiye kadar yapılan tartışmaların artık deyimler, sözcüklerden çok içerik düzeyinde yapılması gerektiğinin altı ısrarla çizilmelidir. Bu tartışma içerik olarak zenginleştirildikçe, şiir ve edebiyat alanında da karşılıklarını yarattıkça Türkçe yazan Kürt şairlerin şiir, imge ve dil yoluyla Türkçe içinde ne tür ihtimaller ve ihtilaller yaratabileceğini zaman içinde somut olarak görebileceğiz. Daha şimdiden Türkçe yazan Kürt şairler arasından yeni bir damar (belki de giderek kuşağın) geldiğini merkezdeki Türk şiir iktidarları görmezlikten gelmesinin ortaya çıkaracağı trajedi şimdiden kestirilebilir.  (Ne demişti Can Yücel, sahi ne demişti, “Kendi düşen köyler kentler ağlamaz / Sur dışında ben oturur ağlardım…”) Türkçe yazan Kürt şairler geleneği Ahmed Arif şiirinden sonra Hizri İzgören ve Yılmaz Odabaşı ile sürdü. Ama artık şiir poetikası ve şiir pratikleri bağlamında somut bir eşiğe gelindiğinin işaretleriyle dolu bütün coğrafya. Başta şair Metin Kaygalak olmak üzere, şair Kemal Varol ve şair Bejan Matur ile başlamış olan yeni sürecin gelecek yıllarda sadece şiir olarak değil, şiir teorisi ve dillerin karşılıklı etkileşimleri üzerine de yeni bir dinamik yaratacağını düşünüyorum. Türkçe dili kullanan ama kültürel ve imgesel olarak Türkçe içinden yazmayan yeni bir çıkışın habercisi olan bu gelişmelerin egemen şiir arastalarında pek de dikkate alınmayışı, Türk şiirinde iktidarda bulunan loncaların tarihsel, siyasal ve kültürel konumlarındaki egemenlik ilişkilerini kolay kolay terk etmeyecekleri ve bunun önümüzdeki yıllarda önemli bir mücadele alanı olacağını kestirmek zor değil. Çünkü, Cemal Süreya’nın “Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına”dizelerindeki trajik paradoks günümüz şiir ortamının da gerçeğidir…

Merkez tut, çevre kaç!

“Masal alın koynunuza. Belki dönemeyiz uzun zaman / masallar hatırlatır size doğduğunuz yeri / ilişkiler iklimini / çocukluk taşınabilir bir şeydir / alınsa da elinden geçmişi” Murathan Mungan

Merkez çevre ilişkisini şiir pratikleri bakımından okumak için biraz “taşra” sözcüğüne yüklenen anlamlar üzerinde durmakta yarar var. Taşra uzun zamandır yalnızlaştırılmış bir “anılar” mekanıdır. Murathan Mungan’ın şiirindeki gibi geçmişi elinden alınan ya da alınmak istenenlerin düşlerini hem geçmiş hem şimdi hem de gelecek bilgisi ve bilinciyle tamir ettikleri mekanlar… Şiir ve şair oraya her gidişinde anılar, siyaset bizlere ev sahipliği yapar. Tarih ayaklarımıza dolanır… Taşra başarılarımızı olduğu kadar başarısızlıklarımızı, yüzümüze vuran bir imgedir. Yine de karşılıklı olarak, “kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza”demek geliyordur birbirimizin yüzüne karşı… Çünkü biz uzun zamandır kentliyizdir, bir zamanlar kahramanınız olan taşrayı çoktan terk etmişizdir… Artık, Baudelair’in “Sarayda insanın içtenliğini yaşayacağı bir köşe bulunmaz” cümlesi ile yaşıyoruzdur büyük kentlerde…

12 Eylül 1980 öncesi dönem, muhalifler açısından taşra ile organik ilişkilerin olduğu özelgüzel yıllardı. Henüz kavramlar, imgeler, siyaset ve hatta insan metropollerde merkezileşmemişti. 12 Eylül ile birlikte sözün bastırılması süreci, bir yandan da sözün ve kavramların metropollerde de yoğunlaşmasını giderek taşranın mutlak aleyhine bir merkezileşmeyi getirdi. Bu bir yanıyla kapitalistleşmenin doğal sonucu olan bir merkezileşme iken özellikle sosyalistler ve onların çevresindeki insanlar bakımından zorunlu yer değiştirme anlamına da geliyordu… Çünkü taşra da kişi başına düşen devlet ve zor miktarı çok fazlaydı ve şehirler bir tür “görünmeme” yolu olarak ta seçilmişti… Böylece denklem bozuldu, ve siyaset de sanat da metropollerde merkezileşti… Bu zaten sanatsal alanın sorunu olan merkez-taşra ilişkilerindeki eşitsizliği daha da derinleştirdi. Taşra şiir ve sanat yoksunu olarak kaldı. Ne ki, özellikle 1985’lerden itibaren ilginç bir kültürel / siyasal süreç başladı: Bir yandan sözün bastırılması diğer yandan sözün fışkırması… İlk başlarda “sosyal demokratların”ama giderek sosyalistlerin de içinde yer aldıkları kültür ve sanat festivalleri ile birlikte taşradan elini ayağını çekmiş olan şiir ve söz geriye dönmeye başladı… Özellikle şiir bu süreçte patlayan muhalif sözün ve imgenin öncüsü oldu. Çünkü, taşra ve sol kültürün çekim merkezindeki kitleler romana ve öyküye göre şiire daha çok ilgiliydi. Festivallerin ilk dönemlerde, hem 12 Eylül’ün yaratığı korkuya dayalı kültürel hegemonyayı kırmak hem de siyasete yol açmak bakımından önemli bir işlev gördüğü gerçek. Ne ki sonrası süreçlerde festivaller giderek bürokratik, hiyerarşik bir hal alarak, hem sanatçılarla izleyenler, hem de sanatçılarla sanatçılar arasında yeni bir yabancılaşmanın da aracı olmaya başladı. Şiirin / şairin taşraya yolculuğu her iki tarafın ezberini bozdu. Taşrada yaşayan şiir sempatizanları kimi şairlerin şiirlerini mahcup ettiklerini, şiirlerinin yüzünü kara çıkardıklarını görünce şaşırdı. Ama kimi şairleri şiirlerinin çok gerisinde bir kişilik olarak görmek onlar için yeni bir sorgulama olanağı yarattı… Böylece taşraya şair/şiir yolculuğu hem bir yanılsama yaratmakta hem de yanılsamaları açığa çıkarmaktadır. Değer verilen şeyin, o değeri taşıyamadığı anda taşrada gözden düşmesi, espriyle söylersem bir tür “göze gelme” hali de… Şairin ve şiirin taşrada karşılığı nedir sorusunun yanıtı daha derin bir soruda aranmalıdır: Şairin şiirinde, şairin şairde, şairin hayatta, şairin okurda, merkezin taşrada karşılığının ne olup olmadığı sorusudur bu… Merkezde okurlara söz geçiremeyen şairin taşra ahalisine söz geçirme çabasıdır bu. Ama artık hem taşra ve hayatla hem şiir ile ilişkisi sahici olmayan şairlerin “alıcısı” giderek azalmaktadır. Bu şiirin değil şairin kabahatleri arasında sayılmalıdır. Pek çok şair, “bin dereden bir kendini getirmekte” ama yanlış getirmektedir. Pek çok şair “piyasa kuralları ve piyasa etiği” içinde oyununu oynamaktadır. Yanlış birey olmanın, “fazla” birey olmanın örnekleriyle doludur şair arastası, loncası. Oysa şair görünmedikçe görünen, azaldıkça çoğalan, verili olanın, devletin ve sistemin tersi olan bir kişiliktir… Şair statüye zar atmaz, tersine tüm zamanlarda akıntıya yürek çeker.  Ama pek çok şair nesnel ve öznel olarak “merkezi”, temsilen, merkezin sözünü taşıma edasıyla gitmektedir taşraya… Bir tür cevap anahtarı olma sendromu… Bir tür iktidarını tatması, doyum denemesi… 1985’lerden sonra Türkiye’nin aydınları kendi, taşralarını, kendi üçüncü dünyalarını yerlilerini, ötekilerini, dışlanmışlarını keşfetti. Ne ki bu keşif ve keyif şiir pratikleri bakımından sürekli bir zenginliği kotaramadı. Yıllar süren kişisel gözlemlerime dayanarak tarihe şöyle bir not düşebilirim: Taşrada yaşayan şiir sempatizanlarının şiirle kurduğu ilişki metropollerdeki şiir ortamlarından çok zengin ve sahicidir…

Öncelikle bir saptama yapmalıyım; verili şiir ortamı merkezin (genel olarak metropoller, özel olarak İstanbul) taşra üzerinde iktidar olduğu bir ortamdır. Buna sözün iktidarının, iktidarın sözünün taşraya taşınması… Bu durumun kapitalist işleyişin doğal sonucu olduğunu söylemek malumun ilanı olsa gerek. Gerçekten de başta politika olmak üzere, bilim, kavramlar, imgeler uygarlığın/ ilerlemenin doğal ve mantı ki sonucu olarak metropollerde merkezileşmiştir. Yani şiir de politika da taşranın mutlak aleyhine şehirleşerek merkeze taşınmıştır. Şiirde ve hayatın her alanında yeni bir işbölümü ise verili olan her şeyin niteliksel dönüşümüyle mümkündür. Bu sorunu tersine çevirecek temel önermelerimizden olan “politikanın toplumsallaşması, toplumun politikleşmesi” cümlesi eksik eksik olduğu kadar da yanlıştır. Bu bağlamda yapılması gereken ilk şey, politikanın toplumsallaşması, toplumun politikleşmesi denklemine üç küçük sözcük eklemektir: Etik, estetik ve insanilik. Cümlemiz şöyle olmalıdır: “Politikanın toplumsallaşması, insanileşmesi, etik ve estetik hale getirilmesi, toplumun politikleşmesi, etik, estetik ve insani hale getirilmesi.” Bu sorun Karl Marx’ın, “Benden önceki filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” mealindeki Feuerbach Üzerine 11. Tez’le de yakından ilgilidir. Eğer biz, dünyayı yorumlama ve değiştirme sorunsalı içine sanatı, şiiri dahil etmiyorsak, şiiri politikanın artakalanı ya da yedeği olarak tüzük ve programlarımızın indirgenmiş birer sureti olarak görüyorsak, sanat ile politika, merkez ile taşra arasındaki yabancılaşma bizim sosyalizm pratiklerimizde de sürecek demektir. O nedenle, egemenlerin sanat ve şiir pratiklerini eleştirirken, kendi tarihlerimizle de yüzleşmek gerekiyor. Ne ki, devletin ve egemenlerin yüzüne karşı söyleyen ve eyleyen bir geleneğin kendi tarihinin yüzüne karşı konuşamaması, konuşmaması, şiir pratiklerinde de yeni bir sıçramanın önünde engel olabilmektedir…

Taşrada yayımlanan sanat/şiir dergileri tutturdukları düzeyle geçtiğim yıl da ilgi çektiler. Şöyle söylenebilir, taşrada yayımlanan dergiler, taşradaki sanat ortamının önemli göstergeleridir. Pek çok zorluğa karşı inat ve ısrarla çıkan bu dergiler şiir ortamının önemli bir bileşenidirler. Bu nedenle daha çok görülmelerine, tanınmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Öte yandan bu dergiler, “merkez”in iktidarına karşı ”çevre”nin refleksi olmanın ötesinde kotardıkları sanat/şiir pratiği ile onun çevresinde oluşturdukları ağ ile önemli bir işlev görmektedirler.

Madem şiirden konuşuyoruz, taşraya her gidenin, Nazım Hikmet’in şu şiiri anımsamasında yarar var: “oralarda on dokuz yaşıma rastladım / birbirimizi bir de tanıdık / oysa birbirimizin yüzümüzü görmüşlüğümüz yoktu / fotoğraflarımızı bile / ama yine de birbirimizi bir de tanıdık / şaşmadık el sıkışmak istedik / ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor / uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir.”

Geçen yıl yitirdiğimiz şairler

“Azizim, güzel şiirler gibidirler / Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!”

Ece Ayhan

Türkçe şiirin iki büyük şairini, önce, “Haramiler ki artık kırkın üstündedir sayıları” dizesinin şairi Ece Ayhan’ı ve “Dünyada geçirdim çocukluğumu / İnsanlardan eşya yaparlar”dizelerinin şairi Melih Cevdet Anday’ı ve “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” dizesiyle anımsadığımız Adnan Yücel’i 2002 yılında yitirdik. Öte yandan yeni kuşağın yetenekli şairlerinden Zafer Ekin Karabey’in, içinde, “Hani ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim. Ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında intihar etmesi ve S.Plath’in şubat ayında  intihar etmesi benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi elbette gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden "şubatta saklambaç"a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım. ( o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz)”şeklinde cümleler geçen bir mektup bırakarak intihar etmesi geçen yılın önemli kaybıdır.

Öldükten sonra da tersine yarışan şairleri yitirmemiz sosyalistler açısından yeni bir yüzleşmenin olanağı olabilir mi? Çok özetle şunu söylemek istiyorum, bizler yıllarca “kırmızı yanlışlıklarımı çok severim” dizesi gereğince Nazım Hikmet’i, Ahmet Arif’i, Enver Gökçe’yi, Hasan Hüseyin’i, Arif Damar’ı, A. Kadir’i sevmeyi, Cemal Süreya’yı, Oktay Rifat’ı, Melih Cevdet Anday’ı, Orhan Veli’yi, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i sevmemek olarak öğrendik ve öğrettik. Bunun gerekçesi olarak da onların hem devrimci/sosyalist ve şair olmadıklarını gösterdik. Bu gerekçemizin gerçek bilgilere uyup uymadığına dair “bilgi notları” bir kenara, böylece Türkçe şiir deltasının çok önemli şairleriyle ilişkimizi kopardık… Böylece şiirin çok önemli bir özgürlük ve aydınlanma kanalı olan şair ve şiirlerle ilişkilerimizi siyaseten ve kültürel olarak kopardık. Sonrası malum, “Kuşyemi gibi yalnızdı”k… Bunun zararı en çok da bizlere oldu. Oysa biz, tarihin emri ve siyasetin kavliyle iki büyük şair Nazım Hikmet ile Turgut Uyar’ın arasını açarken, Turgut Uyar, Nazım için şimdiye kadar söylenmiş sözler içinde belki de en derin ve anlamlı olanını söylüyordu: “Mevcut olmasa idi, şiiri icat edecek, bulacak adamdır…” Biz, “içimizden biri” ve “dışımızdan biri” saptamalarıyla  Nazım Hikmet ile Orhan Veli’nin arasını açmaya çalışırken, Nazım yurtdışında bir radyoda büyük bir heyecanla Orhan Veli’nin şiirlerini okuyordu… (Bu arada Che Guevara’nın da, Meksiko City’de mahpushanede yatarken Nazım’ın şiirlerini okuduğunu babasına yazdığı mektuplardan biliyoruz…) Ve böylece bir adım ileri iki adım geri gidemedik, iki şiir boyu yol alamadık ve onlarca yıl çok önemli şiirlerden mahrum kaldık. Örneğin Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini legal ve illegal her dönemde bu yapısal sorunlarımıza ve geleneklerimize rağmen okuyan şiir sempatizanları hariç çoğumuz kırkımızdan sonra öğrendik: “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür // Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: / - Maveraünnehir nereye dökülür? / En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: / - Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir//…// Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır / Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.” Yani, bizim mahallenin çocukları bu tarihsel ve kültürel hataları nedeniyle hem çok önemli bir bilgi kaynağından hem de bu şairlerin şiirlerinin ortaya çıkardığı çok önemli bir imge zenginliğinden yoksun kaldı. Bu, ustaları referans göstererek şairin ve şiirin kalbini kıran uygulamalarımıza ek olarak, burjuva kültürünün özümsenerek red ve inkar edilmesi üzerine sosyalist kültürün inşa edilmesini öneren Marks’ın kalbini de kırdık. Dahası kulağımıza, “her ulusal kültür kendi içinde demokratik kültürün ögelerini de içerir” mealinde cümleler fısıldayan Lenin’in kalbini kırdık… Ve geldik bu güne… Bütün bunların sonucu olarak da tek boyutlu okumalar, hayatı sadece kendi edebiyatımız üzerinden resmi okumalara bağlı olarak sürdürmek gerçeğimiz oldu. Ve neredeyse son yirmi yıldır, önce okuma ve öğrenme, sonra da düşünme sosyalistlerin gündeminden düştü. Sonucu şu cümle ile özetlemek isterim: Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz… Tam da bu noktada “dibi bilmek gerek, dili bilmek gerek” diyen Can Yücel’i anımsatmakta yarar var…

Bütün güller, geleceği bilmekten başka suçu olmayan şiirlere… Çünkü sözcüğün bütün tarihsel, siyasal, etik ve estetik anlamlarında yine de şiirde ve şairden umutluyuz… Zaman zaman “umutsuz” ve “mutsuz” olduğumuz olmuyor değiliz. Ama “umutsuzluğumuz insan kalmak içindi”r ve “mutsuzluk da bir gelişmedir” diyerek düşlerimizi, hayatı savunmaya devam ediyoruz. Biliyoruz ki, uzaklardan, şiirden ve düşlerimizden başka güvenilecek borcumuz yoktur…

Ek bilgiler

  • Yazar: Sezai Sarıoğlu
  • Yıl: 2002
Ara...